Monday, December 20, 2010

birdenbire

bu yıl henüz bitmeden içime azıcık dolan hüznü mü paylaşsam, yoksa yeniyılın neler getireceğine dair heyecanımı mı yazsam? bir başka dünyanın insanıyım ben bu aralar. günlük koşuşturmaları tamamlarken oğlumla ağır çekimde zaman geçirmek istiyorum. skype üzerinden anneannesini ve dedesini tanıyan oğlum evde annemle babamın resmini gösterip "anaaane" ve "dede" diyor, inanılmaz, çok kısa sürelerde aynı mekanı paylaşmışlar, ama teknolojinin de yardımıyla biliyor, tanıyor, seviyor onları, ekrandan cilveler, oyunlar yapıyor onlara. sevinsem mi üzülsem mi şaşırıyorum bazen. bu yılın nasıl geçtiğini anlamadım sanki, ama son aylar yavaşladık, beklemedeyim. sevinçlere ve güzel değişimlere vesile bir yıl diliyorum kendimize, tüm sevdiklerimize ve sevenlerimize. bugün lapa lapa kar yağmaya başladı, hava soğuk ve yerler buzluydu, sanırım her yer sabaha kadar pof pof bembeyaz olacak. oğlumun kar deyişine bayılıyorum, yatmadan önce camdan dışarı bakıp da yağan karı göstererek "kar" diyor, kar yağıyor oğlum, sen çoktan yatağında sımsıcak uyudun, dışarıda usul usul yağan karın sanki incecik düşüşünü duyuyorum, ya da hayal ediyorum var olmayan böylesine ince ve derinden sesi, kar tanelerinin her birinin benzersiz şekli vardır ya onlar gibi duygular yağıyor içime bu aralar, bir o yandan bir bu yana, bakalım derlenip toplandığında nerede buluşacak tüm bu duygular... sabırla beklemek hayatın en büyük erdemlerinden belki de... bilmeden ya da bilerek beklemek, sabırsızlanmadan, beklentilerin arsız titreşimlerinden arınmış, beklentisiz, değişimi duyumsarken sabırla beklemek, varoluşa kendini bırakırken, sorumlu yaşamak, akıllı ve bilge davranmak, korkuyu tavsiye eden cahil bilgelerden uzakta, kendi kuytusunda dingin ve sevgiyle dolu olabilmek, paylaşırken kendini sorumsuz cahillerden sakınabilmek, kırılmanın k'sinden bu yana bir satır arası kalır geriye, ben de bu yağan kar gibi düşer ve erirken zihnimin ara duvarlarında, sırtımın üşüdüğünü hissederim. ayağımın altında kalan battaniyemi istanbul'daki evimızden getirdim, üstünde rahmetli kedim zeus'un tüyleri var halen, üşüdüm, battaniyeme sığındım, aşkımın koyduğu likörümden bir yudum aldım, klavyemden son kelimelerimi tıklarken günün somutluğunda ne çok soyutlamalarla düşündüğümü farkettim yine. zihnimi arındırırken yazayım, yazarken arındırayım isterim, zor, çok zor, filtrelerin dünyasında zor, elimden geldiğince açılıyorum, kapalı kaldığınca kalsın yazdıklarım, paylaşabildiklerim sevincim olsun, oğlumun sevgisi her yanımı ısıtsın.

Sunday, December 19, 2010

tatil ve biz

aralık ayını ve 2010 yılını, colorado'da geçirdiğimiz kayak tatilimizin tadıyla bitireceğiz anlaşılan. ayın 13'ünde, oğlum tam da 22 aylık olduğu gün yola çıktık, chicago'dan iki saatten fazla süren bir uçak yolculuğunun ardından iki saate yakın bir araba transferi ile dağa çıkılıyor, hava değişiminin vücutlarımıza yaptığı etkiyi sadece yolda değil, kayarken, gece uyurken de hissettik, su ihtiyacı, oksijen darlığı, tüm konfora ve denetime karşın doğanın eşsiz egemenliği... vardığımız gün kayamayacak kadar geç olduğundan salı günü açılışı yaptık. ilk hamlık tedirginliğini atınca, mavi pistlere dalabildim. artık mavi pistlerde kayıyorum, müthiş! siyah pistlerde rahatça kayan eşimin iknası ve birkaç motivasyon hediyesi ile (yeni kayak pantalonum, birkaç şık aksesuar) kendime inandım, dikkatli ama güvenli bir cesaretle bir yerime ziyan getirmeden bu tatili tamamladım! 20'li yaşların başında öğrenip de yıllarca ara verilince, bir de üstüne bir yerime birşey olmasın, çocuğum var diye ket vurduran bir fikirle yola çıkınca iş sarpa sarıyor tek başınayken, aşkım da baktı ki ben yerimde sayacağım, işi ele aldı ve benim şüphelerime rağmen sonunda karar alarak babil'i kayak merkezinin yuvasına 2 gün 2'şer saat bıraktık ki beraber kayalım, oğlum ilk kez yuvaya gitti, yuvadaki ilk gününe dair çizelgesinde yazan sıfatlar: "content, happy, friendly" yani memnun, mutlu, dostane. kamyonlarla oynamış, öğretmeniyle saklambaç oynamış, arkadaşlarıyla el işi yapmış, canım ne uyumlu, tatlı bir kuzusun sen! seyahat etmeyi seven, yeni yerleri keşfetmeye bayılan bebeğim otelden kayak merkezinin eteğine transfer sağlayan gondola binmeye bayıldı, kaldığımız otelden her yere transfer yapan minibüse kaç kere bindi bilemiyorum, yattığı yeri yadırgamaz, gündüz biraz uyuduysa akşam uykusuna dek idare eder, ne varsa yer, yemezse canı çekeni belirtir onu yer, gezer, koşar, etrafına gülücükler saçar, aferin kuzuma, aferin, iyice gezgin oldun sen, seni tutana aşkolsun artık! her seyahatimizde ufkunun ne kadar da genişlediğini görüyorum, mekan değişimi ile kaşif yönünün iyice ortaya çıktığını farkediyorum. babil'i yuvaya bırakınca, eşimle ben, babil'e dönüşümlü bakmak yerine beraber 2 saat boyunca kayabildik, bu bana öyle iyi geldi ki! beraber benim tek başıma girmeyeceğim pistlere girdik, ben yavaşça indim, eşim bana teknik talimatlar da verdi kayışımı düzelteyim diye. babil'in 3 yaşını doldurduktan sonra kesinlikle kayağa başlamasına da kararlıyız, kar ve soğuğu heyecan ve coşkuyla karşılayan oğlumun dağ sporlarına ilgi duyacağına emin olduk artık, hem ailecek yapılabilecek en güzel etkinliklerin başında geliyor, hem de chicago'da uzun ve durağan gelen kış aylarımızı keyifli kılıyor. chicago'ya yakın eyaletlerdeki kayak merkezlerine de gideceğiz, her ne kadar colorado gibi olmasa da üzerinden kayılabilecek bu tepecikler de bu heyecanımı ayakta tutacaktır. familyamızın kayakçı olacağı göz önünde bulundurulursa ve de en geç yaşta öğrenenin de ben olduğum düşünülürse, en çok çabayı benim göstermem gerekiyor! bu kadar kayak heyecanı ifadesi yeterli. oğlum, herşeyden önce senin varlığının tatlı mutluluğu içimizi dolduruyor, baban bazen beni şaşırtan ifadeler kullanır, chicago'ya dönüş uçuşumuz için havaalanına giderken yolda araba koltuğunda uyuyan seni gösterip, "böyle bir adam yoktu daha önce, bak şimdi var" der, ne kadar da hızlı büyüdüğünü düşünürüm, içim titrer. canım yavrum, sevgimizi kalbinde ve tüm varlığında bilecek, hissedeceksin hep, seni olduğun gibi, her halinle sonsuz seviyoruz. yepyeni bir yıla daha girmeden bu yılda bize verdiğin herşey için, varlığın ve eşsiz sıcaklığın için sana teşekkür ederim yavrum. hayatımızın şans kıvılcımısın, değişimin ve dönüşümün sapasağlam bir dengede duran noktacıklarını ince ince boyayan doğal varlığınla benzersiz bir sevginin kaynağısın. hayatı akıllı, cesur, sevgi dolu ve asıl bir duruşla yaşamanın tadını bilirken aşkla yaşayacaksın oğlum, aşkla doğduğun gibi, babil olup da kalbimize dolduğun gibi...

Saturday, November 27, 2010

karışık, hepsi birden...

31 Ekim Babil'in babasının doğumgünüydü, bu sene Cadılar Bayramı için oğluma kıyafet almadım, şimdilerde sağlam tercihleri olan bebeğime kendi tercihimle bir kıyafet giydirmek istemedim, zamanı geldiğinde ve kendi de isterse yaparız dedim. Ortalıkta kapı kapı toplanıp delicesine yenen şekeri içim almıyor, giysi kısmına da zamanı gelince karar veririm diye düşünüyorum, hani nutella yer, kinder çukulata yer oğlum, gurme tatları keşfeder de, gereksiz şekerlemelere dalmasa derim. Güzel geçen biz bize doğumgünümüzden sonra Kasım ayına hızla girdik, gerçi Kasım ayı pek hızlı geçmedi, hatta kendi pek bir yavaş ve daraltarak geçmeye niyetliydi ki Chicago'daki altıncı yılımızdan gün alışımızla bizi ziyaret eden arkadaşlarımız oldu. Değişim rüzgarlarının nereden eseceğini kestirmeye çalıştığım şu günlerde, zamanın ağır tiktaklarına kulak verirken peş peşe bu ziyaretler bize ilaç gibi geldi. Arkadaşlarımız Babil'i çok sevdiler, oğlum ne çok yakınsın sen, hemen sokuluveren, kendini sevdirmek bir yana, sevgisini gösteren güzel kalpli, neşeli oğlum benim. Son gecenin sabahında, annesinin babasının arasında değil de daha üç gündür bildiği ama hemen sımsıcak sevdiği dostlarımızla yatak keyfi yapan Babil, sen ne sevecensin kuzum, şaşırıp kalıyorum sana ben, güzel ruhlu, güleç oğlum, bu güzel duyguları hep paylaş kuzum olur mu? Benim evde kaldığım bir günde de beraberce akvaryuma gittiler, bir ara babası arabadan birşey almaya gitmiş, oğlum hiç mi hiç yadırgamadan durmuş onlarla. Bu bize yazın yapmayı umduğumuz baş başa üç beş günlük tatile ümit ışığı oldu, hani annem ve babamla iki hafta kalsa Babil, onlara da alışır, hem belki biz de onu bırakıp bir kısa kaçamak yapabiliriz, hem o zamana daha da büyümüş olacak, belki ben de daha içim cızlamadan oğlumu bırakmayı öğrenirim, ne de olsa gelecek yaz sonunda, yeni dönemle Babil'i haftada iki gün okula başlatacağız, çok iyi olacak, oğlum okullu olacak. Şükran Günü ile basan kış soğuğu gözümüzü korkutmuyor, oğlumun soğukla arası iyi, gezmek, dolaşmak olsun, hiç umrunda değil belli ki. Etrafın çok güzel süslenmeye başlanması ile şehir merkezi sonbahar hüznünden sıyrıldı. Artık yaz bitti diye üzülmüyorum. Field Museum'a, hani şu dinozorlu müzeye bu ay üye olacağım sanırım, bir de şehir merkezi, içi süslenmiş alışveriş merkezlerinde dolaşmalar, biraz alışveriş, bir de müzik dersi derken bu zorlu kış günlerini kolay hale dönüştürebiliriz. Christmas öncesinde bir kayak tatilimiz de var, sanırım yeni yıla girmeden yoğun bir dönem olacak. Oğlum, yaşamın değişimlere gebe olduğu dönemlerde daha hareketli, araştırmacı, dingin bir aktiflikte olmakta fayda var, nelerin değişeceğini, nelerin aynı kalacağını beraber göreceğiz, ama içimde duyumsuyorum ki bu yıl bitmeden bir küçük noktacık koyarız yaşam haritamıza, yepyenini bir rotayla... Sen hep böyle neşeli ve sağlıklı ol, yeter. Konuşkan bebeğim, kendini ifade edişindeki en bayıldığım tavrın, neşeli gururun, hani bildiğini ifade edebildiğinde yüzündeki o gururlu gülüş, müthiş, eşsiz. Bayılıyorum o imalı ifadelerine. Bir de tam söylemekten kaçındıklarını işaret diliyle söylüyor olman da kendine olan güvenini perçinledi, istediklerini, zihninden geçen ve paylaşmayı arzuladığın herşeyi bir şekilde ifade edebiliyor olmak senin de hoşuna gidiyor, dil gelişimini bu neşeli tavır da körüklemiş oldu. Farklı arkadaş ortamlarında İngilizce konuşulduğunda daha gözlemci bir hale büründüğünü görüyorum, bu çok hoş, tamamen farklı bir dil konuşulduğunu anlıyorsun, evde okuduğumuz İngilizce kitaplarla da aşinasın bu dile, hatta bazı favori kitaplarını ben sana okurken kendi dilinde tekrar ediyorsun, beni taklit edecek tatlı sesler çıkarıyorsun, senin tüm bu gelişimine tanıklık etmek müthiş bir duygu. Aklımda bir de en son evdeki bir sohbette somutlaştırararak ifade ettiğim bir notu buraya koymak var. En çok da kendime ve Babil'e bu not, oğlumun babası da bu noktanın altını çokça çizer. Ben kendi bakış açımla farklıca çiziyorum sanırım ama aynı ortak yola çıkıyor ifade... Korku kültürü hakkında... Babil doğduğundan beri sağlık sisteminin içinde ve de kıyısında gözlemlediğim korku bazlı yaklaşımlar. Benim tavrım net, korkular üzerine kurulan her türlü tavır, ister iyileştirmek amaçlı olsun, ister korumak, uçurumlara açılan kapılar haline geliyor. Hastalıktan korku, gelişimin gerisinde kalmaktan korku, az ya da çok, iyi ya da kötü gibi kutuplu bakış açıları kadar korkarak kaçınmak üzerine kurulu yaklaşımlar, eyvah ki ne eyvah! Ben bu ateş çemberinin etrafı saracağı kapıyı açmam artık, bilmeden açıp da tanıklık ettiğim bu kapının koluna elim değse bile beni yakmaz bu ateş, görüp de bildiğim ateşe elimi sokmam ki ben, oğlumun doktorunu 100 kere de ihtiyaç duysam yine değiştiririm, tercih ettiğim bakış açısını ve tavrı bulana dek, o ideal doktoru bulmasam ne olur, belli görevleri dışında yetkisinin ve yapabileceklerinin sınırlarını bildiğim bu doktor denen adam da bir insanoğludur neticesinde, her insan gibi olabildiğince, yapabildiğince varolan... Bir kitapçıktaki maddeleri karşılamadığı için zırt pırt çocuğu test etmeye çalışan doktorları reddediyorum, ebeveynlerin "başarıları"nı kalıplar üzerinden sorgulayan, çocuklarını da bu kalıplar üzerinden algılamalarını dikte eden sistemi sorguluyorum, çocuğa sanki belli metodların ürünüymüş gibi bakan gözlerin her türlü algısını reddediyorum, ebeveynleri ve çocuklarını keşiflerinde özgür kılmak bir yana, korku kültürünün birer kölesi haline getirmeyi iş edinmiş tavırlara kapımı kapatıyorum, bünyede hiç varolmamış korkuları aşılamaya çalışan bu sistemi sarsıyorum, sorguluyorum, proaktif olma kisvesi altında huzursuzluk yaratan her türlü soğuk, sorgulayıcı, iğneleyici, kibirli tavrı silkeliyorum. Sağduyunun peşindeyim, akıllı, sağduyulu yaklaşımların, yoksa korku aşılamayı hedefleyen ve ancak bu şekilde "önlem" alınabileceği sanrısını sayıklayan yaklaşımların değil. Sağlık kadar, eğitim alanında da bu böyle. Ve korku bana göre çıkmaz bir sokak, hele de ilk kez anne oluyorsan ve herşeyi kendi başına keşfedip öğreniyorsan, hataların da olsa, onlardan öğrenerek ilerleyebilirsin, ama korku ile gireceğin her yol çıkmaz sokak. Belki yaşamın tüm aşamalarında bu böyle. Oğlum bilinç ve güven dolu cesaret duygusu ne güzeldir, güçlü ve de dingindir, coşkusundaki güven seni akıllı atılımlara yöneltir. Canım yavrum, sen bil ve hisset, böylelikle hayatta herşeyin zamanı güzelce gelir, merak etme sakın. Çok daldan dala atlıyorum, aklıma ne yazdıysam burada yazıyorum, kaçırmamak için, notunu almak için, bir gün gelir de yaşamlarımızın değiştiği, güzelleştiği bu dönemi gülümseyerek okursun diye. Koca adam olduğunda hem de... Seni seviyorum, her zaman, sonsuz, bunu da oku, hem de tekrar tekrar oku, olur mu? Annen, dörtmevsim.

Thursday, October 21, 2010

zamanin icinden

bir gune neler sigar, kac canliyla etki alanlarimiz kesisebilir? farkinda olduklarimiz kadar, farkina varmadiklarimiz da var. eszamanli kac dusuncenin icinde varolabiliriz? dokulebilme olasiligini dusundugum bir bardak icecek yere dokuldugunde sasirmiyorsam eger, o fikri aklimdan gecirmis olmamin bir anlami var demektir. ya da bana en kotu tavirla cevap veren hic tanimadigim bir kadina sasirmiyor olmam da onu disaridan kodlayabiliyor olmamdandir. kotu olma olasiligiyla beklentilerimi en aza indirgedigim bir haber, haberi veren kisiden kaynakli supheyle yaklastigim bir haber, olabilecek en iyi sekilde cikiyorsa ve ben buna sasirmiyorsam, sebebini bir sekilde biliyor olmamdandir. bunca soyut ifade neden? yasadigim su son gunlerde ince ince gelisen olaylarda yakaladigim detaylar var. tesaduf olmayan bu ince detaylar beni bulmaca cozer gibi bir sonraki detayi gozlemlemeye yoneltiyor. alt katimiza ücüz cocuklari olan bir aile tasinirsa, ardindan ikiz cocuk muhabbeti yaptigim ust komsumun ikiz bebekleri olacagini duyarsam, bunun da hemen ertesi gunu muzik dersinin hocasi ikiz kardeslerinin dogumgununu kutluyorsa ve ben tum bu detaylara sasirmiyor ve de bayiliyorsam bunda ne hikmet vardir? hayatin getirdigi bu essiz dokunuslara hayranim. benzersiz bir ahenk ve renkler butunu... oglum da benim gozlerimle bu detaylari duyumsayabilecek mi? bir gune ne cok farkli enerjinin sigabildigini? bazisi buruk hissettirirken bazisi nasil da neselendirecek ve bu denge nasil da hayranlik uyandirabilecek, bilge bebegim bunu benden cok cok once duyumsayabilecek mi? hayatta bizleri sarsan her titresimin bir dengeleyicisi oluyor sanki, buna inanmak bile bir denge saglayan unsur... bilge bebegim benden cok daha fazla duyumsuyor yasami ve farkli sekillerde ifade ediyor bunlari... yeni ogrendiklerini gururla gosterirken bana, an be an gelisimin varoldugunu gosteriyor yine bana. bense burada oturmus kafamdaki hayvanat bahcesinden sadece tilkiyi cekip cikarip anlatmaya calisiyorum. hani tilki hem kurnaz hem de sevimli ya belki de ondan. oysa ne cok sey var diyecegim, ucundan yakalayip da anlatamadigim... etrafimizda olan hicbirsey bizi bos gecmiyor. birbirimizin hayatlarina dokunuyoruz. bunu bilmek bazen urkutucu, bazen guzel... bazen koca bir gunu yasadigim haftalar oluyor, bazen de ilginc detaylari kovaladigim bir suru minik an. hepsinde oglum var, daha rafine dusunmeye calisiyorum, onun naifliginde ve durulugunda bakmaya calisarak ki bu ne zor... canim oglum, bilge bebegim, o zihninden neler geciyor, nasil anliyorsun dis dunyayi, sana sunulanlari? dilerim zihninin duvarlari simsicak renklerle bezelidir. seni seviyorum.

Sunday, October 17, 2010

ruya

dun gece cok garip bir ruya gordum, aslinda garip degildi, cok anlamliydi. hani altindan selalelerin aktigi uzun vadileri birlestiren asma kopruler vardir ya ustunden sallana sallana gecilir, saglam olmasa, ya da cok agir yuk binse ustune, parcalanarak dokulebilecek olan turden... iste oyle bir koprunun uzerinden bir universiteli kafile geciyor, iclerinde ben de varim. benim yardim etmekle sorumlu oldugum yaslica bir profesor de yanimda, cok degerli bir bilim adami, hem de dilbilim alaninda. koprunun uzerinden rahatca gidiyoruz. biraz sallana sallana. derken profesorle benim ayagimizin altindaki tahtalar az da olsa korkutucu bir bicimde ayrilmaya basliyor, adam yere kapaklaniyor, sorumluluk duygusuyla karnimin ici kavrulurken adami tutuveriyorum, kendimden daha onemli onun yasami. megersem yanimda cocukluktan bu yana dostum olan Deniz varmis, o beni hemen uyariyor, asma koprunun tutunma kisimlarindaki kirmizi seritleri gorunce meger surunmek gerekiyormus, hemen adami ayrilmamis olan saglam kisma aliyorum. emniyetteyiz. cok ilginc, ben dusmekten korkmuyorum ama adamin dusmesinden korkuyorum, nasil bir durum bu?! sonra yorumladim ruyayi. ruyamda Deniz'in olmasi tesaduf degil, o benim icimdeki uretkenligi, yeteneklerimi animsatmayi amaclayan ve anahtari gosteren, guvendigim kisi, belki de benim icimdeki, kendine inanan ve guvenen ben. hayatini korumakla yukumlu oldugum bilim adami ise iste bu yeteneklere ve uretkenlik arzusuna sahip olan ben. kopruden gecerken en cok ona karsi sorumlu hissediyor olmam da geri plana atilmis oldugunu hissettigim bu ben'i ortaya cikarmam gerektigi meselesi. uzun cumlelerle yine basim dertte. neyse... asil is belki de onu kopruden sag salim karsi tarafa gecirdikten sonra gitmesi gerektigi yere goturmek. esimin oyle ruyayla isi yoktur, hayatimda sezgileri, ongoruleri en kuvvetli olan insan olmasina ragmen, ona bahsetmedim. once Deniz'i aradim ulasamadim, ben de yazayim dedim. Turkce karakter yok yine, bilgisayarim henuz uykusundan uyanamadi, pilini yenileyemedim. mac bilgisayarlara sinir oluyorum, omurleri cok kisa. bu sacma detaydan sonra ruyama geri doneyim. hayatimda 5 senelik uyanislar olmustur, ben bu uyanislara uyanirken etrafimdaki herkes sacmaladigimi dusunurdu, sonra bu uyanislarin safsata olmadigi anlasildi, ama yillar sonra, garip bir modasi da oldu bu felsefi ya da enerji boyutundaki anlamlandirmalarin. ben simdilerde bundan tam 5 sene once yine bir 16 Ekim gunu ilk kez Chicago'ya gelisimi animsiyorum. 90'larin ortasindan 2000'deki degisim, sonra 2005'teki donusum, simdilerde yine bir bes sene sonra icimde olup bitenleri anlamlandirmaya calisiyorum. ruyamdaki bilim adamina sesleniyorum, o bana guveniyor, benim onu koruyacagimi biliyor, o benim uretken, yetenekli yanim, gunluk yasamimdan ayrismiyor ama bana ozel, bana ayrilmis o uretkenlik alanini, ozerkligini onemsiyor. kulak veriyorum sana, anahtar elimde, bilgisiyle. oglum bile bana sesleniyor, 20 aylik muthis varligiyla, olgun, enerjik, bagimsiz, guclu haliyle beni sasirtiyor; sabrimi tuketmeye calistigi en azgin zamanlarinda biraz mizildanip odasinda kalip oynamaya keyifle razi olusu beni gulumsetiyor. odasini cilginca dagitirken ya da tasiyabildigi, surukleyebildigi her turlu esyanin yerini degistirirkenki guclu durusu, insanin gucu yettigince basarabileceklerinin ne kadar enginde bir yerlerde oldugunu sembolize ediyor zihnimde... canim oglum.

Sunday, October 10, 2010

zihnimden...

bilgisayarimin sarjinda bir problem var, buyuk ihtimalle pilinin degismesi gerekiyor, o nedenle cep telefonumdan Turkce karaktersiz yazmaya karar verdim. kisa cumleler olsun bakalim. sevgilim oyle buyurmuslar. cok uzun ve dolambacli yaziyormusum. haklidir, kendisi de yazar adam, kafam dolambacli bazen ne yapayim. bu aralar evde olup da potansiyel evhamli anne olma durumumu bertaraf etme amacli girisimler pesindeyim ama tembelim. of yine uzun oldu ama geri donup silemeyecegim, beni oldugum gibi kabul et ey bilir kisi! bendeniz iyi alistim rahata, bes yildir ofisti, patrondu, bilmem ne projesini son tamamlama gunuydu, unuttum gitti. acikcasi hep basima buyruk ama daha az tembel olmaliyim. kendi kisisel ihtiyaclarim disinda herseye mekik, kendime gelince savsak. itirafname! korku da var mi azicik? kendi dogama uymayan is ortamlarindan muzdarip, basarisiz olmaktan cekinceli... bunca seneden sonra sevgili askim adam bana zaman veriyor, girmem gereken sinava hazirlanmam icin zaman ayiriyor ki kendisi zamani avucunda hissederek verimli calisir, her dakikanin hakkini vere vere isini kaliteli yapar, eh yani daha ne yapsin? bagimsizligimdan odun vermeden cok istedigim saat bazli esnek isimi yapabilmem icin okula donmem gerekiyor. bense o bahane bu bahane biraz da sinavda batiririm korkusuyla avlayamayacagini dusundugu avin etrafinda kukreyip tislayarak dolanan, gozu korkmus vahsi bir kedi gibi huysuzlaniyorum. gicik bir tipim, dortmevsimlikten terfi bu. oglum Babil buyuyor, haftaya 20 aylik olacak, rahatca buyuyor oglum, peki o ne yapsin daha. sevgilimin isleri boyut degistirmeden, onumuzdeki sene belki daha sonra ikinci cocuk dusunmeye baslamadan evvel son sansim, ama zorlaniyorum. cabalarim ve anlik heveslerim bazen Babil'le ilgili bir konuyla baltalaniveriyor, aslinda bunun da altini kazirsak bahane oldugunu goruruz, hicbirseyi ertelemekten hazzetmeyen ben neler yapiyorum of. bir de aklini yavrulariyla fazla bozan ana tipi olmayacagima gore is bu tembelligi ustumden atmaya kaliyor. bazen de gun oyle bir geciveriyor ki bayiliyorum aksama... kimi gunler hakliyim, kimi gunler haksiz ve tembel... bahanesi yok, ihtiyacim olan da belli.. ozgurlugumu hissederek calisabilmek, onceligimin ailem olacagi bir yasam duzeni... bir de esimin esnekligine ayak uydurabilecek bir ozgurluk alani... Bilmem mumkun mudur bu?

Thursday, September 23, 2010

bırak büyüsün


bir daha anne olmak, yeniden bir çocuk sahibi olmak fikri benliğimi müthiş bir heyecanla sarıyor, kendime dönüp bakıyorum, sonra of diyorum çok zor, nasıl yaparım? yapabilir miyim? yavrusunu korumaya alan aslan yavrusu misali kanat germişken etrafıma ve bazen de haddimi aşmışken, yüreğimin bir sorumluluk heyecanını ve sarmalını yeniden kaldıramayacağını düşünüyorum bazen. bedenimin ve tüm benliğimin uğradığı bu dalga dalga duygu seli daha ne kadar çalkalayabilir içimi ve ben bu akışa bırakabilirim kendimi, nasıl yaparım, bir kere daha yapabilir miyim? diye soruyorum kendi kendime. eşimin sık sık daha geniş ve rahat olmamı söylemesini çok haklı buluyorum da, nasıl yapacağım? parmağı kapıya sıkışan oğlumun çoktan "iyi" olduğuna ikna olamayışımı ancak delilik açıklayabilir. bu sabah saat 6 buçukta step dersine giderken hayal meyal gördüğüm dolunay mı, yoksa sersemletici garip rüzgarla gelen olağan dışı sıcak mı sebep bu satırlara? ben delirmiş olmalıyım! kafamı düşüp kırsam umursamayacağım ama oğlumu bu kadar sarıp sarmalamam delilik mi? dünyaya geldiği andan itibaren kendi bedeni ve ruhuyla istediği gibi yaşayacağını bildiğim bir insanoğlu oğlum nihayetinde, biliyorum ve benim bu varoluşa hiçbir hükmüm yok, olamaz, sorumluluklarımın ötesine geçemem ki zaten...


bırak adamı, rahat bırak diyor babası, adam oldu benim oğlum, büyüyüp gidecek, gezecek, keşfedecekmiş, şimdiden rahat bırakmaya alış diyor babası, yoksa işimiz iş olurmuş, çok haklı, bırakayım diyorum, bırakıyorum. ama aklım onda, o hep iyi olsun, rahat olsun, delice. kendi anne babamın beni büyütürken nasıl olup da kalplerine bunca sahip çıkabildiklerine, bu deliliği dizginleyebildiklerine şaşıyorum, seneler boyu hep uzun, upuzun mesafeler varken arada... durup durup düşünüyorum, insan cidden de çocukluğuna dönüp bakıyor anne baba olduğunda, neler yaşamış, nasıl yaşamış aklından geçiveriyor bir bir, ben hep güzellikleri anımsıyorum, sanırım tüm yaşanmışlıkları çoktan kucakladığım için, acısı ve tatlısıyla... silinenler, kalanlar, hepsi gerçek nihayetinde, çok yeni kırıklıklar da var, ama ne çok bilgi düşmüş kucağıma diyorum, bazen kendime kızdığım da oluyor, insan doğasının haksız kibrini, insanoğlunun kızgın ve yakıcı bir zavallılıkta hırslı, kinli hallerini unutuveriyorum bazen, ayakta uyuduğum oluyor, görüntülere ya da gerçek olmasını arzuladığım iyi hallere kapılıveriyorum. insan sonsuza dek yavrusunun kokusunu koynunda yaşar, yaşatır, yavrusu her nerede olursa olsun, asla da vazgeçmez ondan, varlığından. bunu biliyorum. daha az deli olmaya çalışacağım. bir daha anne olayım, çok kereler hem de, içime sığmayan bu sevgiyi paylaşmaya hep hazırım ben.


bıraktım oğlum, istediğin gibi keşfederek büyü. iyi ki baban var insan doğasını benden çok daha iyi keşfetmiş, hissetmiş, sen de bil oğlum, bil ki hayat sana en bilge haliyle açılsın. babil, oğlum, kuzum, kıvırcığım, mavişim. ağacı sev dediğimde nasıl gidip gövdesini seviyorsun ağacın, buna deli olmayayım da neye olayım peki?

Thursday, September 16, 2010

ne yazsam ne yazsam


yazdıklarımın kalıcılığı olmasını isterken anın ve günlük yaşamın en ince detaylarını da önemser oluyorum, zikredilenin aksine yazacak çok şey var da ben oturup yazamıyorum kuzum. yazın bitmesinden ötürü içime dolan garip hüzün mü, bu yaz olan biten tatlı veya acı herşeyin damağımda bıraktığı buruk tat mı, perşembe günü sabahın altısında gittiğim step dersi mi, Babil'in 19 aylık olması mı, beraber music together dersine yazılmış olmamızın verdiği mutluluk mu (oğlumun müzik aşkı derinleşecek yaşasın!), yazsam yazarım da bir buruğum işte, oradan buradan, havadan sudan yazasım yok, lay lay lom diyesim yok, pek yok. keyfim yerinde mutluyum, olduğum yerde, hayatımın akışından memnun, birazcık yaz sonu burukluğu bendeki. çocukluğumdan beri yaz sonlarından hazzetmedim, pazar günlerinden sıkıldığım gibi, garip işte. kendi çocukluğumdan anımsadıklarım oluyor sıkça hem de, Babil aramıza geldiğinden beri, çocukluğumun izdüşümleri, belki anne olduğum için, ebeveyn demem kendime, dörtmevsimim ben, Babil'in annesi, oğlumun annesiyim. bu aralar gidesim var bir de, yeni bir yeri keşfedesim var, aralık ayında kayak tatilimiz var iple çektiğim, kışla ilgili en heyecanlı kısım, eşim çok iyi kayıyor, ben idare ediyorum, yeni kayak pantalonum da var bu sene, "hip" görüneceğim, hah! oğlumun seneye yaza okula başlamasına karar verdik, yani iki yaşını doldurduktan sonra, o zamana kadar onunla dolu dolu olacağım, böylesi daha iyi olacak bizim için. şimdiden bir cız ediyor içim, ama onun da dünyası zenginleşecek, her ne kadar şimdi de çok aktivite yaratıyor olsam da okul ortamı bambaşka. hem benim de kendime vaktim daha çok kaldığında işlerimi yoluna koymam daha kolay olacak. değişimlere her zaman açık ol oğlum, tüm coğrafyaların ve zamanın ötesine geçen bir esnekliğin olsun oğlum hep, planladığın yaşam çizginde bu esneklik becerisi sana beklenmedik eşsizlikte gelişmeler sunabilir. tesadüf diye addedilenin de ötesine geçmek, değişimi ve dönüşümü kucaklamak, dengenin tatlı ve düşündürücü ayarını tutturmaya çabalamak, tekrar ediyorum pek çok fikri yazılarımda, sebepsiz değil. sprint atmak hayata, sonra duruvermek, eşsiz manzaranın tadını çıkarırken. esneklik oğlum, esneklik, esneyebildiği yere kadar esnetebilmek hayatı, ucunda taş takılı bir sapan gibi değil, okyanus resiflerindeki yosunlar, mercanlar gibi. aklımda halen Cancun seyahatimizin güzelliği var, yine gitsek o güzel sularda yüzmeye... oğlum ne zamandır trene de binmedik, trenle şehre inelim dedim bugün, şansımıza yağmur yağdı, sonra güneş açtı ama sen geç uyudun, sanırım bu plan da haftaya kaldı.

Tuesday, September 7, 2010

rüzgar

bugün bizim buralarda deli gibi esen rüzgarın vedası var gencecik bir ruha, hissettiğim, paylaştığım o ki, bu rüzgar o gencecik ruhun, bambaşka bir güzellikte duru bir nehir gibi varolmaya devam ettiğini gösteriyor. sonbaharın yaklaştığını gösteren bu haşin rüzgar, kuruyan yaprakları yere savurduğu gibi, tatlı, sarhoş edici bir serinlik de veriyor. bu dünyada varolurken her an farketmeyi istediğim detaylar var, rüzgarın savurduğu çimler kadar esnek olmayı, tarih öncesi çağlardan kalma erozyona uğramış taşların ağırlığında bir tarihselliği hissedebilmeyi, yeni patlayan tomurcuklar misali narin ve mütevazi, dimdik bir çınar gibi mağrur, açık denizde avlanan bir martı kadar özgür, dökülen kuru yapraklarca varoluşu kabullenebilen, suya susamış toprakların enginliğinde kucak açan, her sene meyve vereceği umuduyla sulanan üzüm bağlarınca cömert olabilmeyi isterim, umut ederim. hayatı olduğu gibi kabullenebilmek insanın içine kor bir acı düştüğünde çok zor olsa gerek. sabır ve yaşam sevgisi o acının dayanılmaz sızısını ne kadar alır, tahayyül etmek zor. paylaştıkça azalır mı, hafifler, yoksa katran karası yakar mı derinden? bilmeden paylaşabilir miyim bu ailenin acısını? sahip olduğumu düşündüğüm herşeyin hiç de öyle kalıcı olmayabileceğini düşünmek anın mutluluğunu bozan bir delilik tavrı mıdır? yoksa şükran ve teşekkür mü bunlar evrene? zamansız diye addettiğimiz her gelişme parçaların bütününde nasıl yer bulur? bunu görebilecek algılayış aslında yine dönüyor dolaşıyor bizi yaşamın akışında varolmaya getiriyor. bunu derken bile saçma buluyorum, rasyonalitenin alamayacağı hangi kaybı ben nasıl kabulleneyim? bir aile fotoğrafı içini yakarken insanın aynı anda gülümsetiyor da, delicesine, bir ailenin cesaret ve umut dolu mücadelesi, aile olmanın evrensel dokunulmazlığını elimize koyuveriyor. sözler ve ifadeler yarım, bu yazı da yarım, kırık ve dökük, bir o kadar da güçlü, varoluşun sınır tanımazlığı kalbimi ısıtıyor, ben bu pembe ruhun aktığı o başka evreni düşünmeye çalışıyorum, ama rüzgarın sesi beni bu dünyaya çekiyor. ağaçların rüzgara teslim oluşu ve batıya dönen güneş... oğlum halen uyuyor, bense burada zihnimin kıyısından yazıyorum, yazamıyorum...

Friday, August 13, 2010

18

Babil bugün 18 aylık oldu! yine bir 13. cuma günü doğmuştu oğlum bu dünyaya. Küçücük, miniminnacık o bebek büyüdü, koca adam oldu sanki, sabah ilk iş ayakkabılarını kapıya götürüyor, koşmak, dolaşmak, dünyayı keşfetmek için. hiç yönlendirmediğim halde hareket eden herşeye ilgi duyuyor, dil gelişimi bu merakı ile sıçrama yaptı, araba, kamyon, otobüs, uçak, tekne hepsini yerde, yolda, sokakta, gökte takip eder oldu. geçirdiği onca uçak gezisinden sonra ilk kez tekneye bindi oğlum geçenlerde gittiğimiz kısa tatil gezisinde. artık göldeki tekneleri de anlar, gösterir oldu, ne de olsa tadını aldı, suyun üstünde ve hatta içinde olmanın tadına vardı. bir de hayvanlar dünyasının eğlencesine varmaya başladı, kediler ve köpekler kadar, sokakta rastladığımız tüm canlılar, kuşlar, sincaplar, hepsine ilgi ve sevgi gösteriyor. dev gibi bir av köpeğinin suratını yalaması oğlumu kıkır kıkır güldürürken, komşunun sıcaktan bayılmış kedisinin kuyruğuna kafayı takıveriyor, göl kıyısındaki martıların peşinden çığlıklar atıyor, parktaki oyuncakları bırakıp ağacın altında avcı gibi kuşların ve sincapların yere inmesini bekliyor. oğlum, 18 aylık oldun ya bebeklik günlerin sona erdi sanki, seni 18 aydır emziriyorum, daha da devam edeceğiz ama işte ne olduysa oldu, yetişkinliğe yaklaşılan 18 yaş gibi 18 aylık olman da bir milat bende. iki gün önce arabamızın arkasında asılı olan "baby on board" yazısı kırıldı düştü, dün de sen camındaki güneşliğini söktün attın kendin, "anne ben koca adam oldum, dışarıya bakacağım, çek şunu camımdan" der gibi, ben de direnmedim, kabullendim oğlum. herşeyin adını inanılmaz bir hızla öğreniyorsun, çıktığımız seyahatler, şehir içinde yaptığımız tüm etkinlikler, kitaplarla dolu saatlerimizle sanki daha da coşuyor senin bu ilgin... en son ziyaret ettiğimiz bir kasabadaki yeldeğirmeninin önünde otlayan inekleri ve atları çığlıklar atarak işaret ederken sen, bir kere daha şaşırıyorum ve mutlu oluyorum, oğlum benim gibi yeryüzündeki tüm canlıları sevecek, onların varlığını farkederek ve hissederek yaşayacak diye. sonra düşünüyorum, insan olmanın en güzel yönünü yeniden hissediyorum içimde, insanın kalbi, ruhu ve beyniyle etrafındaki canlıları tanımaya çalışmasının ne kadar müthiş bir ayrıcalık olduğunu. kendisini tanıyan, kendisini anlamaya çalışan insanın bu çabayı ne kadar derinde yaşayabildiğini göreceksin oğlum. zihnini açan, kalbinin kapılarını aralayan, ruhunu derinleştiren tüm deneyimler, canlılar ve varoluş biçimleri seni bulsun yavrum. hayatının bu ilk 18 ayında o minik ellerinle dokunduğun ve keşfettiğin her anlamı, zihnine en mutlu titreşimlerle kaydediyor olmanı umuyorum, bu dokunuşlardaki minik payım da benim mutluluğumdur. iyi ki doğdun oğlum, Babil kuzum...

Tuesday, July 27, 2010

"yurtdışı"nda yaşam




yurtdışında yaşamak, yurdundan uzakta yaşamak, insanın doğduğu ülkeden, köklerinin bulunduğu topraklardan ayrı yaşaması. ben bu deyimi çoğunlukla yadırgıyorum, durumu adlandırmanın ötesinde tanımlama amaçlı kullanılması beni düşündürüyor. kendi adıma böyle nitelendirilmeyi garipsiyorum. doğduğum ve büyüdüğüm coğrafyadan uzakta, oğlumun doğduğu ve büyümekte olduğu bu ülkeyi evim bilmişken, onca sene yaşamış olduğum ve şimdilerde özlem duyduğum topraklardan uzakta, şu anda bulunduğum coğrafyayı, insanlarını ve yaşam tarzını kucaklıyorum. sınırlarının ve doğduğum ülkeye olan deniz aşırı uzaklığının yanı sıra bu ülkeyi oluşturan herşeyi anlamaya, özümsemeye çalışıyorum, her durumu, olguyu ve duyguyu anlamaya çabalıyorum. yurtdışında nasıl yaşanıyor, genel bir tanımlama yapmak çok zor. insan bulunduğu yeri ve bu yerdeki konumunu algılayışı üzerinden hayatına devam ediyor. Kimisi kendisini hep yabancı duyumsarken gurbet duygusuyla çevresini gözlemliyor. kimisi ayak uydurmaya çalışırken özlem ve dönme arzusu ile anı kaçırıyor. ben kendimi ve de kimseyi önce yazdığım tanımlar üzerinden kategorilere koymayı istemem ancak bulunduğum her koşula ayak uydurmanın da ötesinde bulunduğum coğrafyanın ve insanlarının içinde, arasında, aidiyet duygusu ile varolmayı severim, gönülden sarılır, sever, mutlu olmayı başarırım, içimde neşe duymadığım bir gün geçsin istemem. zorlukları da var olmaz mı? senede bir seferlik buluşmalar, gözden ırak gönülden ırak bahaneli düşkırıklıklarına göğüs germeler, zaman farkının üstesinden gelerek deniz aşırı anı paylaşma başarısı, yeni dostluklar, eski dostluklar, seyahatler, keşifler, yeni ve eskinin zıtlık ilişkisini bertaraf edip şimdiyi ve değişimi kucaklayış, dönüşümü en derinde duyumsama.

çok komik detaylar var en başında, güneşin daha farklı parladığına inanma, tek bir basit zımbırtıyı alacağım diye markette 500 saat bakınma, telefonu açan adamın yayvan aksanını anlayana kadar göbek çatlatma gibi abuk sekanslar var işin içinde. sonra bunların hepsi hikaye oluyor tabii. konfor sağlayan modern hayatın çeşitlilik girdabında farkındalıkla seçmeyi ve doğru tercihler yapmayı da öğreniyorsun, hele de çocuğun olduğunda sağlık sigortanı doğru kullanmayı öğrenmekten tut, her türlü sistem içine girme maddesini ince ince deşip, didikleyip kavrıyorsun. araştırmacı kişilik, kurnaz akıl, bilgi ve bilinç, üstüne bir de seni tembellikten koruyan, her işi kendin öğrenip yapman için seni güvenle ortaya atıveren bir kocan varsa işin ehli oluveriyorsun birden. kayak tatilinde herkesin sarışın ve mavi gözlü olduğu ortamda manidar bir biçimde "where are you from?" sorusuna gülümseyerek "from Chicago" deyiveriyorsun, ha ardından aksanını ve tipini kategorilerle buluşturacak bir açıklama getirip soruyu soran elemanı rahatlatman gerekebiliyor tabii ama yani kime ne ben buralıyım diyorsun! dışarıdan çok steril görünen ve konforlarıyla kalıp kafaları cezbeden bu yaşamın hoşluğu ancak iyi ve yaşanılır koşulların getireceği akıllı adaptasyonla, hatta bunun da ötesinde, aidiyet duygusunun özde duyumsanması ile ortaya çıkıyor kanımca. yoksa istanbul'un taşı toprağı altın misali gelindiğinde üstüne konulacak yeri belli bir yurtdışı masalına inanmak gerçekçi olmaz. dünyanın her yerinde olacağı gibi, yurtiçinde veya dışında koşullara ve konuma bağlı olduğu kadar kişinin yapısal özelliklerine de bağlı olarak varoluş biçimi ve yaşam tarzı şekilleniyor. yurtdışındaki deneyimde belirleyici olan özlem, gurbet gibi olguların getirdiği sızıdar duyguların altında anı kaçırmamak, hatta bu duyguları bertaraf edecek, sorumlu ve olumlu iletişim platformları oluşturmak, aileyle ve tüm sevdiklerle iletişimi sağlamlaştırmak, kopmak isteyene de yolunda mutluluklar dilemek, yaşama güzellikler katacak detayları ve girişimleri yakalayabilmek... insanın kalbini acıtan kopuşlar da oluyor, ayrılık demem çünkü ayrılık çift taraflı olur, bu tür kopuşlar genellikle mesafeden kaynaklı olmuyor, bazen faydalı da olabiliyor, insanın doğasındaki zaafları anlamak açısından, acıttığı can da bir şekilde uf olan yerini ovuşturup hayatındaki mutluluklara sarılıp yaşamaya devam edebiliyor.


dörtmevsim yurtdışında yaşamıyor, dörtmevsim evinde yaşıyor, nereye giderse gitsin evinde biliyor kendisini, eşi ve çocuğuyla iken... benim yerim mutlu olduğum yer, sevdiklerim ve sevenlerim yanımda, içimde, kalbimde, tüm mevsimleri yanımda, içimde taşıdığım gibi yaşarım, her anımda umut ve neşe...

Friday, July 16, 2010

en tatlı yaz sıcağı



Babil oğlum yaz keyfimize diyecek yok, ne güzel de doya doya tadını çıkarıyoruz bu yaz günlerinin, kimi zaman senin hızına yetişmek için yorgun düşüyorsam da, babanın ısrarlarına yenik düşerek yeniden spora başladım. yaz günü salona gidip haftada iki veya üç gün spor yapıyorum. yorgunluktan bitap düştüğüm bir günde bile gidiyorum ve ilginçtir çıkışında daha bir dinç ve enerjik duyumsuyorum kendimi. dörtmevsimim ben, Babil'in annesiyim. büyük harflere bir paragraflık paydos yine. oğluma dört elle sarılır, onu sever, kollarım; fakat amatör ruhlu bir anneyim ben. hata yaparım, hata yapmaktan utanıp sıkılmam, hatalarımdan öğrenirim, hep derim ya oğlumdan öğrenir, oğlumla öğrenirim. kendimi tekrar etmekten ürkmem, denerim, araştırır, bulurum, yeniliklere ve bilgiye açığım. herkesin, ana, baba, bebeler, bir lokantada, yuvarlak masa etrafında her yaştan çolukla çocukla oturup sessiz sessiz yemek yediği, oyuncaksız, oyunsuz en abuk model bir doğumgünü partisinde çıldırıp, coşup ne oturmayı ne de brokoli yemeyi aklından geçirmeyen, deli gibi dolanıp keşfe çıkmaya çalışan, yerinde durmayıp, sabitlenmesi için müdahele edileceğini anladığı anda çığlığı basan azgın tatlı oğlanın annesiyim ben. bu çaresiz amatör anneye yardım etmek isterken profesyonelce burun titreten, bilek kırıp, dirsek büküp ağız buruşturan tüm annelerin, bu maşuk varlıkların aşıkıyım. dörtmevsim benim adım, amatör ruhlu bir anneyim desem ne anlama gelir, kulağa nasıl çalınır? denerim, bilir unutur yeniden bulur, dalar, coşar, çocuklar gibi şen oynar, oğlumun mis kokusuna sarılır güpegündüz uyuklarım ne var bunda? kendi keyfimce seçer özenir eğlenir öyle oyunlar oynarım oğlumla. anne olduğumu unutur anın keyfine dalarım ben... Babil'in annesi dörtmevsimim ben...


Hayatımın en tatlı 17 ayı seninle doldu oğlum. Türkiye'den dönüşümüzün ardından beş günlük müthiş Cancun-Meksika tatilimiz oldu. Farkediyorum ki her tatilde, gezdiğin her yeni antik şehirde, yeni coğrafyada ve doğada inanılmaz gelişiyorsun, açılıyor, çoşuyorsun oğlum, dünyayı algılayışının gelişimini ve açılımını hayranlıkla izliyorum. Club Med'in altını üstüne getirirken merdivenlerden delicesine inip çıkmanın tadına vardın, senin kadar ve senin hızınla merdiven inip çıksam çok yararını göreceğim ama şimdilik peşinde koşmakla yetiniyorum. Su kuşu oğlum, annen gibi çok minik yaşta yüzeceksin ve yüzmeyi çok seveceksin belli. Hayatımca gördüğüm en güzel kıyılardan birisi, incecik kum, müthiş tatlı sıcak iklim, okyanustan gelen buğulu ve büyülü bir kokuda esinti, eşsiz renkteki o berrak turkuaz su. Her türlü değişime, iklime ve mekana kolayca adapte olan, hatta ayak uydurmanın ötesine geçip işi değişimin kendisinden haz almaya vardıran gezgin ruhlu bebeğim. Baban, sen ve ben araba kiralayıp Maya harabelerini gezdiğimiz o gün dedim ki biz her yere, her iklim ve koşulda gideriz! Oğlum insanoğlunun neler yapabileceğinin, nasıl yaşayabileceğinin sınırlarını ancak kendi zihni belirler. Bu sınırları genişlettikçe evrenselliğe dokunabilir, tüm can yakan kırılma noktalarına rağmen kalıcılığı ve ölümsüzlüğü yaşamında var edebilirsin oğlum.

Hayatımın en güzel beş senesi babanla ve seninle doldu Babil oğlum. Bundan beş sene önce bir 14 Temmuz günü evlendik biz babanla. Oğlum, babanla nice beş senelere dileyelim, çok süper bir tip baban, ilk günkünden de çok beğeniyorum, seviyorum onu. Her zaman yaptığın gibi babanın o çok sevdiğim burnuna bir French kiss kondur oldu mu oğlum, şöyle en ıslak ve ısırıklısından. Gün gelecek senin de o aynı babana benzeyen topçuk burnuna aşkla öpücükler konduracaklar. Canım yavrum, tüm yaşamın sevgi ve aşk dolu olsun. Seni seviyorum. Annen dörtmevsim.

Saturday, June 12, 2010

mayıs


Mayıs ayı: Dünyanın her yerinde keyifle yaşanan, insanın içini ısıtan güzel ay. Türkiye seyahatimizin getirdiği çılgın hız bir kere daha sayılı günlerin, bir aya yakın da olsa kıpkısacık olduğunu kanıtladı. Zaman hızlıca akarken, oğlum Babil'in, ülkesine ilk kez adım attığı, sevgiyle yoğurulduğu, sevgiyle geçirilmiş eşsiz güzel bir ayı tamamlamışız, ailelerimize, dostlarımıza doyamadan, geride göremediğimiz pek çok sevenimizi, sevdiğimizi de bırakarak geri dönmüşüz, hem de Amerika'ya döneli on gün olmuş bile...

İnsanoğlu yaşamına tanıklık edecek, yaşamını paylaşacağı bir can yoldaşı arar, evliliğin tırnak işaretli anlamlarından birisi de bu olsa gerek: İnsan sevdiği kişi ile tarihselliğinin haritasını aşkla çizer, yaşam haritasını ince ince dokur, yaşamının her anına tanıklık edecek bir eşi vardır artık, eş, eşit, aşk, aşık... Çocuğu olduğunda, aile olmanın getirdiği mutluluğu ve yavrusuna duyduğu aşkı, ailesiyle, en yakın dostlarıyla paylaşmak ister insan. Bu aşkı paylaşanın, bu aşka tanıklık edenin kalbinde içten sevgi olsun ister. Kavgalardan, olumsuz duygulardan uzak, yavrusunu kem gözlerden sakınırken, en sıcak paylaşımların olduğu yerlerde bulunmak ister insan. Mayıs ayı öyle bir aydı bizim için. En güzel anıları ile zihnimize kazınarak geldi ve geçti, Mayıs, tatlı Mayıs... Hayatımızın bu bal günlerinde, oğlumun ülkesine ilk kez adım attığı bu seyahat bizim için unutulmazdı. Babil'in kan çekermiş misali ilk kez yüz yüze gördüğü anneanne ve dedesine olan sıcaklığı inanılmazdı. En son Babil'e hamileyken gördüğüm annemle babamı kucağımda onbeş aylık yavrumla ilk kez karşılamak çok güzeldi. Babamı ilk gördüğü anda babamın kucağına kuruldu, abartısız ilk gördüğü anda kucağına çıkıp inmek istemedi, evin içinde dolanıp durdular, vapur gezisine çıkmış gibi. Babamın müthiş yumurta ayarından ben de nasibimi aldım: Aylardır yumurtanın ayarlayamadığım kıvamından ötürü omlet dışında rafadan ya da katı yumurta yemeyen bebeğim, dedesinin usulünce kayısı tarzı yapılmış yumurta muamelesini bir güzel lüpletti. Yaşını çoktan doldurmuş olan bebeğime hafif rafadan yumurta verebilirmişim de ayakta uyuyormuşum yahu! Oğlum büyümüş de benim haberim yokmuş! Detaylar, ince ince detaylar, zihnimize kazıyalım hepsini... Annemin bizim gelişimize özel müthiş sistemli hazırlıkları kadar kendi öz varlığı da oğlumun şaşırtıcı adaptasyon hızına birer açıklama getirmiş oldu. Şöyle ki; Babil'in mama sandalyesi yok, e masada sandalyeye oturur yer, koca adam olmuş meğer. Babil'in etrafı korumalı yatağı yok, e büyük adam yatağında yatar, yere düşmezmiş, büyümüş de yüksek yataktan kendisi aşağı inermiş. Babil'in bütün oyuncakları Amerika'daymış, aman sen de derdin o olsun, oyuncak kreasyonunun bir kısmı Amerika'ya bile getirildi, geride bırakmaya kıyamadık. Bana bu Mayıs ayı çok iyi geldi. Tatilim Mayıs ayıymış meğer. Sabah Babil uyanır, ilk iş anneannenin yanına gider. Uzun uzun banyo yapabilmenin keyfine nasıl varılırmış aylardan sonra hakkını vere vere anımsar insan. Anne (anneanne) elinden çıkan yemeğin tadı damaklarda kalır, saatlerdir yan gelip yatmış olmaktan zerre kadar rahatsız olunmaz, ne de olsa anne (anneanne) herşeyi düşünür (yemek, çamaşır, alışveriş listesi gibi). Anne oluşumun hiç tanımadık bir başka keyfi Babil'in anneannesi ile tatil yapmaktaymış meğer. Nesiller arasındaki bağın tınısı eşsiz, çocukların kulağına da çalınıyor, inanılmaz bir durum bu, altını çizmeden geçemiyorum. Aile oluşumuza, Babil'in varlığına duyduğumuz aşka tanıklık eden ailelerimize ve tüm dostlarımıza teşekkür edelim oğlum... Teşekkürler... Yukarıda paylaştığım resim de İstanbul'daki evimizin balkonunda Babil'in Lilü Teyzesi tarafından çekilmiş olup o mutlu buluşmalardan birisinde yakalanmıştır; sembolik açılımına gelince, Babil'in varlığının herşeyin önüne geçmesi, tüm sohbetlerin odak noktası oluşu, herşeyin geride flu kalışının resmidir bu. Bekar, evli, çocuklu, çocuksuz farketmez, yan yana gelindiğinde tüm yavrulara deli olunur. Uzun aradan sonra ve hatta yıllar sonra yapılan tüm buluşmalarda yaşanan budur. Buraya sığdıramadığım resimler, tatlı anlar, sohbetler, söylediğim sayısız sevinçli merhaba kadar sızısı içime çöken hoşçakallar... Seneye buluşmak üzere diyelim oğlum biz en iyisi mi...

Mayıs ayının getirdiği bir başka mutluluk da eşimin kitabı. Kelimelerinin tınısını, kelimelere verdiği anlamları, evrenin işleyişini kavrayışını ve yorumlayışını, beyninin işleyiş biçimini ve kalbini sevdiğim insan, hayatıma ve tüm varlığıma sonsuza dek tanıklık edecek olmasından mutluluk duyduğum güzel ruh, Babil'imin babası. Kitabını tüm kalbimle ve sevincimle kutluyorum.

Wednesday, May 5, 2010

özgür adımlar


Babil kucakta durmaz, yerinde durmaz, arabasında hareket halinde olmadıkça hiç durmaz, sırtüstü yatırırsın, söylenir, homur homu homurdanır, yüzüstü döner ve ancak öyle uykuya dalar, beraber okuyalım dediğin kitabı elinden alır, sen okurken o sayfaları çevirir, sen okurken sayfaları da kontrol edeyim dersen kitap faslından vazgeçer, bezini değiştirelim der demez ortadan kaybolur, ne de olsa üç dakika feragat edecektir bağımsız hareket etme keyfinden, kapılar kapanırsa açmak için zorlar, açıksa kapatıverir, kapalı dolapları zorlar, kolayca açılanlara ilgi duymaz, masmavi durur, dalar, düşünür, kim bilir neler geçer o güzel kafasından, öpücük vermek, sarılmak için kucağa gelir, sonra vazgeçer, yere inmek ister, mis kokusunu içime çekeyim, şap şup deli gibi öpeyim derken hop elimden kayıverir, yataktan aşağı atlar, acıkınca koltuğunu çekiştirir, çıkmak ister, yemek yiyoruz deyip de koltuğuna koyunca aşağı inmek ister, yemek vakti boynundaki önlüğü fırlatır atar, ağzına getirilen kaşığı elinin tersiyle iter, Babil neler düşünür, nasıl yaşar, ne çok sevilir, sever, canım oğlum.

1 Mayıs günü son bir aydır devam eden bağımsız yürüme çalışmaları bir cesaret tamamlandı, beş, sonra on adım derken, salonda boylu boyunca yürümeye başlayınca bu adam yürüyor yahu dedik şaşırdık, bir gün önce elinden tuttuğumuzda söylene söylene yürüyen adam, ertesi günü gururla ve keyifle kendi başına evin içinde arz-ı endam ediyor, meğer mesele kendi başına inisiyatif alıp da yürümeye karar vermesiymiş, özgür ruhlu bebeğim, başına buyruk kuzum, herşey istediğin gibi olsun, hayatın tam da senin istediğin haliyle mutluluk da peşi sıra aşk dolu olsun, attığın tüm adımlarda böyle gurur ve keyif olsun hep...

Kapımızın önüne bavullarımız konmak üzere, içi dolacak boş bavullar açılıyor bu akşam, uzun yol var önümüzde ve ardından da Mayıs ayı boyunca hızla geçecek bir Türkiye ziyareti, yolcu yolunda gerek, dönüşte kim bilir ne çok yazacak sızı, duygu, sevinç ve özlem olacak.

Monday, April 26, 2010

yeni yaşım


Bundan tam 34 sene önce doğmuşum ben, beklenenden çok erken gelmeye karar vermişim, annemle babamı tam da bir 23 Nisan günü şaşırtmışım, dünyaya minicik bir bedende gelişim ise çektirdiğim ağrılarla günler sürmüş, tıpkı bugün gibi bir pazartesi günü 26 Nisan günü doğmuşum ben. Seneler sonra doğum günümde oğlumun doğumunu kutluyorum. Onunla yeniden doğduğum için mi yoksa onun varlığımdan doğmasına duyduğum mutluluktan mı tam ayırt edemiyorum, ikisi de belki... Dolan yaşım 34, yeni yaşım 35'ten gün alıyorum, ne keyif! Bugün diğer günlerden farklı mı? Bugün daha mı derinden duyumsamalıyım öz varlığımı? Oğlumu daha fazla mı öpmeli, eşime daha sıkı mı sarılmalıyım? Hakkında ne yazacağımı bilemediğim bir günü yaşıyorum, doğduğum o anı hatırlasam, hatırlayabilsem belki daha farklı kutlardım bugünü. O ilk an, ilk nefes, ilk sarılış, ilk dokunuş... Belki de bu nedenle doğumgünüm oğlumun doğumu ile bütünleşiyor, benim ilk kez dünyaya gelişim gibi o da ilk kez kucağıma geldi bu dünyaya, benim ilk kez içim titreyerek yavruma dokunduğum gibi annem de bana dokunmuş bundan seneler önce... Babil oğlum, senin dünyaya gelişinle tüm varlığım bambaşka bir anlam buldu, seninle sevginin ve mutluluğun binbir halini yaşıyorum. İyi ki doğdun oğlum, iyi ki doğdum ben de seni tanımak, seni sevmek için!

Thursday, April 22, 2010

gitmeden önce


Yıllardır hiç nezle olmayan ben şifayı kaptım bir haftadır, neyse ki çabukça geçiriyorum sayılır, her ne kadar evdeki jetgil performansımın düşmesinden yakınanlar olsa da, neyse işte tam geçiyor Babil'e bulaşmadı derken bulaştırmışım meğer. Emzirmenin getirdikleri ile sanırım onunki hafif geçiyor. Günlerdir yazmak için zaman kolluyorum, ya yazma motivasyonumun eksikliğinden, ya son nezle günlerimden, bir şekilde yazamadım. İçimde Türkiye'ye gideceğimiz için garip bir his var, herşey çok sanal geliyor, sürreel bir şekilde gideceğiz ve haftalar hızla akacak, ışınlanıp geri dönmüşüz gibi Amerika'da geri bulacağız kendimizi sanki. Nedense yol hiçbir zaman gözümde büyümüyor, taşınmaya, taşımaya o kadar alışmışım ki yıllar boyu hazırlanmak bir gün, bilemedin çocukla iki gün benim için. Zaman denen hızla akan bu kavramı elimde cıvanın bir türlü yakalanamayışı gibi tutmaya çalışıyorum. Sanırım sevdiklerimizi, bizi özlemle bekleyenleri daha uzun görebilmek için zamanın boynuna yapışacağız hızla bir yerlere kaçmasın diye...

Babil oğlum, sen ondört aylık bir canavar oldun çoktan, girmedik delik, karıştırmadık alan bırakmadığın gibi, konuşkan bir adam olacağını da kanıtladın. İstediğin herşeyi ifade ediyorsun, hem de çok belirgin bir biçimde. Her yere tutunarak ileriyorsun hala, anlaşılan annen gibi geç yürüyeceksin. Tek elinden tuttuğumuzda ya da oyuncağını iterek rahatça, emin ve gururlu adımlarla yürüyorsun, hem de ne keyifle! Hatta geçen gün ayakta dururken iki adım attığını ve hemen sonra yere oturduğunu gördüm de ne oluyoruz dedim! Yavrum, biliyorum, istediğin zaman, hazır olduğunu hissettiğinde kendi adımlarını atacaksın. Zaten o zaman sana nasıl yetişeceğim bilemiyorum. Sabah uyanır uyanmaz ev içinde kısa bir yürüyüşle ısınma turundan sonra hemen kitaplığına gidiyorsun, rutin halen aynı, değişmedi. Kahvaltımızı hazırlarken ben, sen kitaplığındaki kitapları, hem de hepsini aşağıya indiriyorsun, sayfalarını çevirirken kitaplarının kimi zaman kıkırdıyorsun, bayılıyorum. Genelde kahvaltımızdan sonra beraber kitap okuyoruz, bazen de kitap keyfine öğleden sonraları da ekleniyor. Günde tek uykun kesinleşti çoktandır, onbir, onbir buçuk gibi uyuyorsun, daha erken uyandığın için daha erkene çekildi. Uzun uyuman için büyük uğraşlar veriyorum, bazen oluyor, bazen tutmuyor. Açıkçası tek uyku işimizi daha kolay kılıyor, böylelikle gün çok kereler bölünmüyor. Sana verdiğimiz kısa komutları da uygulayışın var ki bayılıyorum, topu at dediğimde topu bana atman gibi, ya da babanı öp dediğimde babanın burnunu öpmen gibi, öpmekle yalamak arası bir sevgi paylaşımı bu, inanılmaz tatlı. Artık sınırların var olduğu bu evreni de algılar oldun, hayır kelimesinin tınısı kulaklarına yerleşti çoktan. Söylenen hayır sözcüklerinin sayısını azaltmak için elimden geldiğince ortalığı derledim, topladım, tehlikesiz hale getirdim ama senin yaratıcılığın sınır tanımıyor tabii. Her an dikkat etmek gerekiyor. Salıncakta uzun uzun sallanmaya bayılıyorsun, hatta parkta başka alanları deneyelim deyip seni indirmeye kalktığımda baskın kişiliğini ortaya koyuyorsun, inmeyi reddediyorsun. Sen koca bir adam oldun artık, yaşından büyük de bakıyorsun bazen şaşırıyorum nedir bu canlı, babanın sana hep sorduğu gibi, nereden geldin sen? Bu tatlılık nereden geliyor? Baskın kişiliğin sofrada da ortaya çıkıyor. Herşeyi kendin yemek istiyorsun, yemek seçmeye çoktan başladık bile. Günde üç öğün sofrada oturup yemeğini yersen yiyorsun, reddettiğin öğünleri ya ara öğünlerle ya da bir sonraki ana öğünde takviye etmeye çalışıyoruz. Böylece sofra dışında peşinden koşmuyorum. Yemek tarifleri üretmekte kendimi aştım. İçine sebze rendeleri konan kekler mi, iki ince dilim tost ekmeği arasına sürülerek kamufle edilen sebzeleri, peynirleri ve daha birçok lezzeti sandöviç kisvesi ile küçük parçalar halinde yutturmak mı? Bazı akşam koca adam gibi biftek parçaları yerken bazı günler sadece süt emip meyveyle yoğurt yemek istiyorsun. Herşeyi senin tercihine, tokluk hissine bırakmaktan başka çare yok zaten.

Bahar en sevdiğim mevsim, geldi geliyor derken yine soğuyor hava, ama yine de güzel şu anda. Evimizin camına bakan ağaçlar çoktan yeşillendi. Bütün sokaklar binbir çeşit çiçeklerle donandı, bu şehre özel lalelerin varlığı ise beni ayrıca mutlu ediyor, her renk lale en alelade sokakta bile bahçeleri süslüyor. Seninle baharı simgeleyen tüm bu güzellikleri paylaşıyoruz, herşeyin ismini söylüyorum. Bir evden çıkan kediyi yanımıza çağırıyorum kedi görsün oğlum diye. Zaten kedi denen canlı benim kediseverliğimi hissedip hemen damlıyor yanımıza. Here kitty kitty, gel pisi pisi... Bana ileride ısrar etsen belki bu sevgime yenik düşer yeniden bir kedi alırım evimize gibi geliyor.

7 Mayıs'ta yola çıkıyoruz, o zamana kadar ve Türkiye'deyken ne kadar yazabilirim, hatta yazabilir miyim bilemiyorum, ama döndüğümde yazacak çok şeyler olacağına eminim. Dedeler, nineler görülecek, sarılıp sevinilecek, gözyaşları akacak. Arkadaşlar ile buluşulacak, şaşkınlıklar, sevinçler, duygu dolu anlar yaşanacak. Bavul açılacak, bavul kapanacak, telefon çalacak, telefon kapanacak, uçaklar kalkacak, uçaklar inecek, çok güzel geçecek diye umuyorum, oğlum bambaşka bir ülkeyi daha görecek, babasıyla annesinin doğduğu bu ülkeyi çok sevecek, evi bilecek.

Saturday, April 10, 2010

bahar neşesi


Alouette, gentille Alouette
Alouette, je te plumerai
Je te plumerai la tête
(Je te plumerai la tête)
Et la tête
(Et la tête)
Alouette
(Alouette)
O-o-o-oh....

Küçükken öğrenilenler unutulmuyor, bilenler bilir, bu şarkıyı küçükken okulda öğrenmiştim, şimdilerde aldığım bir Fransızca çocuk şarkıları CD'sinde var, harika sesimle Babil'e söylüyorum bugünlerde. Tarlakuşu diye mi çevrilir bilmem ama bu kuşun tüylerini yolarken, başı, burnu (gagası), kanadı (kolu), boynu, her neresi varsa adı, yeri söylenir, böylelikle tüm vücuttaki elementlerin adı öğrenilir, olan kuşa olur ama müziği ve söylemesi çok keyifli olan bu şarkı ile pek bir eğlenilir! Ben kendimi mi eğlendiriyorum, Babil'i mi bilmiyorum artık, içimde ne cevherler varmış Babilciğim, ortaya çıkıyor hepsi! Bunun yanında daha başka şarkılar da var söylediğimiz, danslar ettiğimiz, ama bu yolunan kuşun durumu içime dert oldu paylaşmak istedim! Bir de son günlerde "itsy bitsy spider" adındaki şarkıyı işaret dilini de kullanarak söylüyoruz, hani örümcek su oluğunun içinden binanın tepesine tırmanmak ister, artık evi mi orada, derdi ne bilmem, foş yağmur boşanır oluk içinden, örümceği dışarı atar, birden güneş çıkar, tüm yağan yağmur kurur, örümcek yenilen pehlivan güreşe doymaz misali tekrar oluktan tırmanmaya koyulur. Fış fış kayıkçı, uç uç böceği melodilerine çokdilli eklemeler yapalım dedik. Hayatı küçük detaylar, tatlı melodiler hoş kılıyor oğlum, baharın ılık neşesinin de etkisi olsa gerek.

Bundan sonra daha sık yazayım oğlum, en azından Nisan ayı boyunca; uzun yazarım derken ve de ertelerken haftalar geçti. Hem Mayıs ayında da pek yazamam hani oradan oraya giderken, Türkiye'de olacağız ya, o nedenle...

Seni seviyorum ben yine, her zaman ve her an. Bugün hava çok güzeldi, baharın mis ılık kokusu tenine karıştı, o ensenden esen rüzgarın tatlı kokusu burnumdan gitmiyor. Güzel uyu meleğim, sabaha kokunu içime çekerim yine...

Monday, March 22, 2010

düşünce


bugün ölümü düşündüm, seksen yaşında yaşamını tamamlamak üzere olan bir bilge dedenin edasıyla değil belki ama yaşamımın bu en güzel sıcağında ölümü düşündüm, aldığım her nefesi hissederek, günlük yaşamın akışında kaybolan her nefesi duyumsamak istedim, anı yakalamak istedim, yaşam kadar ölümü de düşünmek istedim, varoluşun bir parçası ve gerçeği olan ölümü, ölümden sonra da varolduğumuzu düşünmek istedim, ölümden sonra varolurken bu dünyada dokunduğum herşeyde güzel bir izim olsun isterim, daha fazla ne yapabilirim, sımsıcak bir dokunuş olmak için onu düşündüm, kendi mikro evrenimin dışında makroda neler yapabilirim, hareketlenmek istedim, sonra durdum miniminnacık anı duyumsamak istedim, oğlumla bir nefeslik anı, bir insanın yaşamına dokunurken bıraktığım izleri düşünmek isterim, suç mahalindeki suçlunun izleri değil ressamın şaheser tablosundaki vuruşları olmak ister insan değil mi? yavrusunun yaşamına dokunmak, bilgisini paylaşmaya çalışırken yavrusundan öğrenmek ister anne. yaşamımızdaki her varlık bize ne çok şey sunar, tüm bu varlıkların yaşamlarımızdaki izleri hayatlarımıza dokunuşlarını nasıl algıladığımıza bağlıdır bir yerde. nasıl düşünürsek öyle anlarız, nasıl görmek istersek öyle bakar algılarız bir yerde. Babil senden ne çok öğreniyorum, ne çok öğreniyoruz birlikte oğlum. içi dolu, neyse ki çoktan soğumuş (babanın hiç sevmediği şekilde içilmeden terkedilmiş) koca bir bardak çayı sehpanın kenarında unuttuğumu farketmeme kalmadan minik ellerinle aşağıya aldın bardağı, neden sonuç ilişkisinin kanıtı, bardak önünde neyse ki sadece iki ayrı büyük parçaya ayrılır, her yer çay olur, bana bakıyorsun, kocaman mavi gözlerinle bana bakıyorsun, ne oldu diye, ben sakin seni alıyorum çaya batan bedeninden seni kavrayıp üstünü başını temizliyoruz, sakin ama şaşkınım, olay mahalinden ayrısın sen, oyuncakların yanında, etrafı temizlemem uzun sürüyor, sonra durup düşünüyorum, ya koca bir çığlık atsaydım, ağlardın belki bebeğim, sana sonra anlattım olanı biteni, bebeğim söyledim sana neden sonuç ilişkisini ama anladın mı bilmem, anneciğim daha dikkatli ol bundan sonra, ben öğreniyorum, daha yeniyim bu karmaşık evrende dedin bana, haklısın daha dikkatli olurum bebeğim, ben mükemmel değilim, doğru davranmak isterim sadece, en fazla da kendimce, beni asla mükemmel sanma, bizden değil bizimle öğren, bizim seni olduğun gibi sevdiğimizi bilmeni isterim oğlum, bir anda kırılan bir büyük bardaktır, çay yerden silinir, izi kalmaz, kırık bardak parçalarıyla varolur, en önemlisi izi bilgisidir, sen bil oğlum, hayatta her dokunuşunun bir sonucu olur, aslolan bu yaşamda iz birakmaktır, en değerli haliyle... anadilin öyle güzel bir dildir ki pek çok nesneyi karşılayan iki ayrı kelime vardır bu dilde. yaşam ve hayat gibi iki ayrı sözcük. kimi zaman hayatlarımıza örülen kelimelerdir, söylenenler, ifade edilenler unutulmaz. bazen de seni o geçmiş ana götüren bir kokudur, bir sestir bebeğim. hep yaşamın farkında ol ki tüm bu algılayış biçimleriyle zihnin hep uyanık olsun, anı hisset, anı duyumsa. bugün yaşam gibi ölümü düşündüm. seni dinliyorum, seni daha iyi anlamak için her nefesimi hissederek alıyorum bebeğim, hatalarım olursa bil ki tüm çabalarım ruhumun ve kalbimin derinliklerinden gelir, hatalarım da sana yol gosterir, bil ki ben de hatalarımdan öğrenirim. birbirimizin başarılarılarını da kalpten kutlayalım yavrum, ne iyi ettin oğlum, ne iyi yaptın annem... Babil oğlum, bu dünyadaki tüm karşıtlıklar birbirini tamamlayan varoluş dengeleridir, tüm bu sözde zıtlıklar günlük yaşamlarımızın birer ifadesi, aslında birbiriyle uyumlu koca bir bütünün resmedilişi. oğlum annen birazcık da delidir, düşünür, hisseder, kendi kendine konuşur bazen, kalpten anlarız biz oğlum birbirimizi. yaşamında bırakacağın tüm izlerde anlamlı derinlikler olsun bilge bebeğim, yolun hep aydınlık olsun. kaç bin kere desem yetmez, tüm varlığımla seni seviyorum yavrum. annen dörtmevsim. Babil'in annesi dörtmevsim.

Saturday, March 20, 2010

baharı beklerken


Baharı bekleyen kumrular gibiyiz bugünlerde... Dünkü sımsıcak hava bizi parklara, göl kıyısına taşırken bugün kar yağıyor. En çok üzüldüğüm de şaşırtıcı 20 derecelik sıcaklığın keyfiyle tomurcuklanan ağaçların, hemen ertesinde yağan kar ile tir tir titremeleri... Chicago'nun baharı böyle işte, bir gün tişörtle gez, gezintilere dal, ertesi günü eve tıkıl! Bu kadar havadan sudan yeter, ama gerçekten de baharı bekliyoruz oğlumla, hatta yazı, 7 Mayıs'tan Haziran başına kadar kalacağımız Türkiye seyahatimizden sonra, tüm yazı mümkün olduğunca keyifli ve hareketli geçirelim istiyorum.

Mart'ın ikinci haftasında Boston'daydık, eşimin işleri için yaptığımız bu tür seyahatler bizim için çok keyifli oluyor. Babil doğduğu günden beri hep kendi yatağında uyudu, biz öyle alıştırdık, tatil zamanlarında ortamı yadırgadığından uyku sorunu olmasın diye yanımızda yatırıyoruz, zaten ayrı yatak gelirse orada yatmak istemiyor, eh bizim de canımıza minnet tabii. Tüm gün gezme, tozma, eğlence, keyif. Ben tüm hazırlıkları bir yana ailecek seyahati çok seviyorum, yoruluyorum ama keyfi bir başka oluyor.

Babil uzunca bir süredir ayağa kalkıp eşyalara tutunarak dolanıyor artık. Ellerinden tuttuğumuzda yürüyor, henüz kendi kendine yürümüyor, bakalım Türkiye'ye gidene kadar yürür mü? İştahı iyice değişti, herşeyi kendi kendine yemek istemesi bir yana herşeyi gün be gün seçer oldu. Bir gün koca kase brokoli yer, üç gün sonra yüz buruşturur. Bir gün balık yer, koca porsiyonu lop lop ağzına atar, ertesi hafta balıklar yerleri duvarları süsler. Çok alem! Yemekleri yerlere atmaya başladığı anda ve de tüm seçenekler tükendiğinde hemen koltuğundan alıyorum, yemek faslını bitiriyorum. Bir gün sabah da öğlen de direnmişti yememek için, akşama öyle bir acıkmıştı ki herşeyi silip süpürmüştü, bu da zaten asla kendisini açlıktan bayıltmayacağına dair kanıt oldu bana! Çoktandır sofradan biz ne yersek onu veriyoruz, bu sayede biz de az tuzlu yer olduk. Ben zaten deniz tuzu kullanıyorum, rafine tuzlardan çok daha doğal. Bir de tuz yerine "kelp" adı verilen iyot içeren bir tür deniz yosununun baharat gibi unufak edilmiş şeklini kullanmayı da tavsiye ederim.

Kitaplarına bayılıyorsun oğlum, raftan hepsini yere indirip, sayfalarını çevirerek uzun uzun bakıyorsun, sana kitap okuduğumuzda ilgi dolu dinliyor, yazıları, resimleri inceliyor, bir sonraki sayfayı heyecanla çeviriyorsun. Canım oğlum, gündüz bazen bir saatlik ama genelde bir buçuk iki saatlik tek uyku uyuyorsun artık, gece de on iki saatlik uykun var, gündüzleri tek uyku uyuman bizim de gündüz programlarımızı rahatlattı, öğle uykunun öncesinde ve akşamüstü iki ayrı plan yapabiliyoruz artık.

Seninle uzun uzun sohbetler ediyoruz, bana cevaplar veriyorsun, belli başlı komutlarımı da anlar oldun. Mesela topu atmanı istediğimde bana atıyorsun, ya da yapmanı istemediğim bir çok muzipliği de anlar oldun. Amerikan işaret dilini de kullanıyoruz, kelime dağarcığını genişletmene seninle yaptığımız uzun sohbetler kadar bu dilin de faydası oluyor sanırım, her kelimenin, anlamlar evreninde ve somut dünyada karşılığı var, bunu anladın bile sen! İlk önce öğrendiğin su kelimesi oldu, işaretini yaparak su dediğim anda hemen bardağını arıyor, sürahiye bakıyorsun, su nereden geliyor biliyorsun. Daha tutarlı bir şekilde ve kelime dağarcığını genişleterek devam etmek istiyorum, bilimsel olarak da çocuklardaki dil gelişimine faydaları olan bir çaba bu, bir de konuşmanın geliştiği dönemde çocukların kendilerini ifade etmede yaşadıkları zorlukların gerginliğe dönüşmesini engelliyor bir yerde, istedikleri neyse söyleyip işaret ediyorlar, düşünülenin aksine konuşma tembelliği yaratmıyor, aksine kelime dağarcığını genişletirken düşünceyi ifadeye çevirmeye teşvik ediyor, daha az tembel ve tutarlı olmalıyım bu konuda. Ama tabii sana tutarlı bir şekilde işaretleri yapmam için benim de öğrenmem gerekti. Su, yemek, ekmek, top, kitap, üzüm, tavşan, kedi, köpek, balık, uyku, banyo, elma, anne, baba, kız, oğlan, bebek, biraz daha, bitti, gel, muz, araba, uçak, ördek, kuş... kullandığımız işaretler arasında şimdilik aklıma gelenler. Özellikle kitap okurken bu işaretleri de kullanıyoruz, ifadelerimiz daha da eğlenceli hale geldi! Kitaba bakıyorsun, kelimenin yazılışına, kelimenin temsil ettiği resme, bir yandan da benim yaptığım işarete, söylediğim söze, ardından bir sonraki kelime için heyecanla sayfayı çeviriyorsun. Gün be gün algılayış biçimlerini gözlemlemek çok keyifli bebeğim!

Saatlerce salıncakta sallanıp çılgın kahkahalar atan Babil'im, banyoda buruşana kadar keyif çatıp hiç çıkmak istemeyen mis kokulum, tüm dolapları açıp karıştıran, mutfağın altını üstüne getiren meraklı minnoşum, topu bize oynamak için atan o güzel ellerini öpe öpe deli oluyorum, seni sevmenin tadına doyamıyorum.

Wednesday, March 3, 2010

rüya ve gerçek

yeniden döndüm bir soluk kelimelerime. bir kere daha fırsat bu fırsat ne yazacağımı bilmeden oturdum başına klavyemin. kuralsız ve de kararsız yazacağım kime ne. benim adım dörtmevsim ne de olsa. bugünlerde bahar sarıyor her yanımı. bu sabah altı buçukta spor salonuna giderken, evin sessizliğini tatlı tatlı bozan kuş seslerini duydum, habercisiydi baharın yolda olduğunun... her ne kadar chicago'ya bahar çok geç ve de çok kısa gelse de mart ayından sonra yüzümüzü ısıtır sanırım. sabah spora gittim, bir ara yerde eşlenerek çalıştığımız mekik ve sağa sola yumruk alıştırması (hani boksörlerin yaptığı gibi) beni güldürdü. kondisyonum belki o deli gençlik yıllarımdaki gibi olmayacak ama dilimden döküldü kelimeler: her ne kadar yumruklarımla olmasa da hayatı yumrukladığım dönemler olmuştur, ama şimdi hayatım ne güzel! antrenör gülümsedi, belki anlamadan, belki anlayarak, bense kan ter içinde (bu deyime bayılırım) dersi yedi buçuğa doğru tamamlamanın hazzıyla eve geldim. günler daha erken ağarıp daha geç kararıyor, ne büyük haz! nisan ayının 26'sında 34 yaşımı dolduracağım,vay be dedirtir. ben 30'larımı çok sevdim, 20'lerim bitmeden aşkımı tuttum, ensesinden bırakmamacasına yakaladım (29). 30'larımın tadı bambaşka, Babil var oğlum, kalbim, ruhum... eşim aşkım ile oğlumun sevgisi öz varlığımı derinleştirdi. herşey ne güzel, çok şükür dedirtir! Babil'in ilk yaşının dolmasıyla varoluşumuzun bir başka taşı da yerleşti renkli duvarlarımız arasına... senin de yeni yaşın dolacak anne, yeni yıla çoktan girdik, bak ben de daha bağımsızım, hatta çılgın miniş bir canlıyım, ufak ufak sen de sıyrıl artık kabuğundan, çekinme, burası yeni keşifler diyarı, iş mi, okul mu bak artık ne yapacaksan, kuşlar bile fısıldıyor değişimin sesini, bak babam da destekliyor seni, daha ne yapsın adam, sen kalıplarından sıyrılmadın mı hala yoksa? burada her yaşta herkes yeni uğraşlara ve alanlara dalabiliyor, yetiştirildiğin ortamın kalıplarından, seni yargıladığını düşündüğün, varlığı meçhul hayalet gölgelerden sıyrıl, sıyrılmadın mı hala yoksa? biliyorum, mutlusun benim burada doğmama ama yine biliyorum bir yanınla delice istiyorsun aidiyet duygumun yelpazesini tüm dünyaya yaymayı... benim annem ve babam siz oldukça benden başka ne beklenir ki? daha bebe yaşımda neler gördü gözlerim, neler duydu kalbim? anne ben büyüyorum, sen kendine odaklan azıcık da, ben nasılsa böyle sevgiyle güzelce büyüyeceğim, beni dert etme sen, vaktini kendine de ayır biraz, hem o zaman daha kaliteli geçiririz arta kalan zamanı, sen daha mutlu olursun çünkü... anne sen benim kalbimdesin, ben senin kalbinim, biz birbirimizi en derinde duyumsarız, yan yana ya da bazı zamanlar ayrı olsak da, beni her an bağrına basmak istersin ama nasılsa zamanı gelince ben istemeyeceğim şimdiki gibi mıncıklanmayı, sen o zaman ne yapacaksın? bak bunları düşün, anne tam zamanı, sen dörtmevsimsin, bahar senin zamanın... derken dönüyorum şimdiye, bilge bebeğim benim adıma beynimde konuştun sen, belki de ben bunları söylemeni istiyorum bana. böylelikle rahatça sana arkamı dönüp gidebileyim, okula, işe, her ne varsa sevebileceğim, ama kalbim, ruhum, beynim hep sana dönük, seninle, senin için, seninim bilge bebeğim... tarifi zor, anne olan mı bilir bu duyguyu, her anım senin olsun isteyişim çılgınlık mı? gözlerimden yaşlar akar oldu olur olmaz zamanlarda, bir dostumun sesini yıllar sonra telefonda duyduğum andaki gibi, onun da hissettiği gibi... ya da bazı akşamlar, tüm günün yorgunluğuyla erkenden baygın düşüp uyumaktan bazen babana yeterince ilgi gösterememiş olmanın tatsız hali etrafımı sardı, sonra bir banyo kendime getirdi beni, ya da babanın hediyesi parfümün kokusu, ya da çok sevdiğim bir yemeği pişirip seninle ve babanla paylaşmak içimi canlandırdı. güneşin tatlı ışığı, bu sabahki gibi kuşların haberci sesleri. çıplak kış ağaçlarına bakıyorum, bir tomurcuk arıyorum, tomurcuğun beynimdeki karşılığı yeni projeler için yeni adımlar olsa gerek. oğlum, bugün büyük harfler yok içimde, herşeyi küçük adımlarla almak isterim, çünkü ancak öyle annen zaman planı yapabiliyor, büyük adımlar atmaya kalkınca zamanın gerçekliğini kaybediyorum, akıllı minik adımlar atalım mı bebeğim? söz sen ve baban benim en öncemsiniz, bakalım bahar neler getirecek, ya da ben bahara neler getireceğim bebeğim, küçük adımlar ve kararlarla... baban bazen zorlar beni, karar verir gibi olup vazgeçmeme ya da o fikri rafa kaldırmama canı sıkılır, haklı gerekçesi dahi olsa sıkıcı bir durum olsa gerek, sabır küpü olsa çatlar hani... dün gece rüyamda öleceğimi öğrendiğimi gördüm, üç gün içinde öleceğimi biliyormuşum, sevenlerimi, dostlarımı bulmak istiyorum, yakınımda olanlar da ölecekmiş, ondan herkes kaçıyormuş benden, bir yalnızlık duygusu, garip sıkıntı, bir uyandım ki gerçeğime, ne çok sevindim, ailemleyim, eşim, oğlum Babil var, mutluyum, sağlıklıyım, ne güzel, dünyayı arşınlarım ben, vay canına dedim, kuş sesleriyle spora gittim, yeniden dirildim, baharın habercisiyim ben. yeniden doğuşun mevsimiyim bugün, doğumgünümün mevsimiyim. sen uyurken şimdi satırlarıma döktüm dörtmevsimin zihnindekileri, en azından bir kısmını, bir tutamını... bir tek Babil'in ismi büyük harfle başlasın, sevgimin işareti, oğlumun tatlı silueti, her anımın mis nefesi, canım yavrum, sıcağım, bahar tazeliğim, tomurcuğum, oyuncu kuzum...

Wednesday, February 17, 2010

ilk yaş


Oğlumun ilk yaşı doldu.

12 Şubat gecesi, tam bir yıl önce hastaneye yattığım aynı tarihli geceyi anımsamanın ötesine geçti hissettiklerim. Kendi deneyimimi, tüm yaşadıklarımı, kendim bir başkasıymışım gibi gözlemledim sanki... Dörtmevsim'i düşündüm tüm gece boyunca, heyecanlandım onun için, her anını, yavrusunu uzun bir hamilelik ve zorlu bir doğum macerasından sonra kucağına almasının mutluluğunu hissettim, onun adına mutlu oldum, heyecanlandım, Dörtmevsim için duygulandım. Aynanın arkasından kendimi izledim, Dörtmevsim'e ve yavrusu Babil'e hayranlıkla baktım.

Dostlarımız, çocukları, hediyeleri ve tüm içtenlikleriyle oğlumun doğumgünü olan 13 Şubat Cumartesi günü evimize geldiler. Ailelerimiz, Babil'den uzakta ilk yaşımızı kutluyorlarken tatlı bir burukluk yaşıyorlardı, ama yanımızdalardı, biliyordum. Uzaktaki dostlarımızın, tıpkı yavrumun doğumunda olduğu gibi ilk yaşımızı da kalpten kutladıklarını, mutluluğumuzu en derinde duyumsadıklarını biliyordum.

Ziyafet bolluğunda hazırladığım yemekler, sade ve neşeli süslemeler, yavrularımızın çılgınca hareketliliği, dostların içten kutlamaları, yavrumun kucağımda bir yaşını doldurmuş varlığı, beni en nihayet bir sene sonrasına, bugüne taşıdı. Dörtmevsime sarıldım, ona teşekkür ettim, tüm gücü ve sağduyusuyla bu yavruyu sağlık ve sevgiyle dünyaya getirdiği için ona teşekkür ettim. Bebeğimin ilk yaşını kutladım, anneliğimin yeni yaşına girişimin şerefine bir kadeh şampanya bile içtim.

Mavi göz ve kumral saç farkına rağmen babasının adeta kopyası olan Babil bir yaşında. Bir yıl boyunca tüm varlığıyla oğluma sevgisini akıtan babamızı da kutlayalım Babil oğlum! Tüm yaşananların kimi zaman duygusallık boyutunun göklere eriştiği evrenimde, ayakları yere basan, sevgisini dopdolu yaşadığı kadar, sezgileri ve gerçekçiliği ile yolumuzu sağlam kılan babana sarılalım, ona teşekkür edelim oğlum!

İlk yaşın için kendi el yazımla ayrıca büyüdüğünde okuman için bir mektup daha yazacağım, hani eski usül, aklım başıma bir gelsin, öyle, babana da söyledim, o da yazar umarım, hani inadı tutar da ben kalıcı başka bir sürpriz bulurum, aynısını yapmam derse bilemem tabii. Her ne olursa olsun, sen, büyüdüğün her an sevgimizle donanıyor, içten dışa her yanında sana olan sonsuz bağımızı duyumsuyorsun, biliyorum. Sanırım en kalıcı olan da senin ruhuna, kalbine ve karakterine işleyecek olan bu sevgidir yavrum. Seni aklımın da alamadığı bir derinde seviyorum oğlum.

Her yeni yaşın bu yaşın gibi sana yepyeni deneyimler ve keşifler getirecek. O güzel kafanın içinde sana sunduğumuz bu dünyayı nasıl gözlemliyorsun, nasıl tanıyorsun kestirmeye çalışıyorum. Gözlerine baktığımda bize olan sevgini ve bağını anlayabiliyorum. Senin yanındakı varlığımızla duyduğun güven, bize sarılışın içimizi yakıyor bebeğim. Seni binlerce kere öpüyoruz ve senin de yanağımıza bir öpücük konduracağın günün hayaliyle yaşıyoruz, haydi Babil, elini çabuk tut oğlum, şu öpücük işini bir an evvel öğren! Çapkın bakışların, çılgın kahkahaların da yetmiyor değil hani!

Bu aralar açıp kapama oyunlarında yaratıcılıktan yana sınır tanımıyorsun. Özel ilgi alanın kapılar, elin bir yerlere sıkışmasın diye dikkat etsem de evdeki kapı bolluğundan yana seni zaptetmek zor, kapıyı kapatıp kıkırdıyorsun, kapıyı açıp kıkırdıyorsun, müthiş bir şeker durum bu! Çok hareketlisin, ellerinden tutup seni yürüttüğümde adımlar atmayı sever oldun. Bakalım ne zaman ayağa kalkacaksın, anlaşılan bir süre daha çılgınca emekleyip keyfine bakmaya devam edeceksin. Bu aralar iştahın ağız tadına uyan tarifler bulmamla yerine geldi, bu güzel. Artık sofradan da yemekler tadabileceksin bebeğim. Ufak ufak başlayacağız, tuzdan ve acılıdan uzak ama hafif baharatlı olabilir bu yeni tatlar. Mesela dün iki adet İzmir köfteyi mideye kemire kemire indirdin! Kaşığına yemek doldurduğumda ve çatalına bir lokma taktığımda da ağzına götürüp yiyorsun. Onun dışında önüne sevdiğin ne varsa koyduğumuzda silip süpürüyorsun o minnoş parmaklarınla. Bugün mesela doğranmış bir adet portakal yedin, o minicik midende nereye gidiyor bu yediklerin merak ediyorum!

Bu aralar uzun süre tek birşeye odaklanmak istemiyorsun, çok hareketlisin, kitaplar okuyoruz, belli kitapları çok seviyorsun, mesela "Leo Le Chat Comes to Play" adlı çift dilli (İngilizce ve Fransızca) kitaptaki kediyi gördüğün anda gülümseyip kediye geliyorsun, sonuna kadar keyifle dinlediğin kitaplardan birisi bu. Odanda kendi başına oynamayı seviyorsun, tabii bizi arada görüp varlığımızdan emin olmak şartıyla. Bugünlerde bir müzik dersine yazılmak amacıyla deneme derslerine gidiyoruz, bu ay birkaç tanesini deniyoruz. Seçenekler ülkesi Amerika'daki bu zengin evrende senin zevkine göre ve benim gözlemlerime dayanarak karar vereceğiz bebeğim. Bir de 7 Mayıs'taki Türkiye seyahatimize göre ayarlamamız gerekiyor tarihleri de. Canım bebeğim, seninle geçirdiğimiz günler keyifle dopdolu. Senin de bir yaşının dolmasıyla ben de kendimi farklı bir anlamda tamamlanmış, ilk sınavımı vermiş hissediyorum. Ben de yeni başlangıçlar döneminin kapısını böylelikle aralıyorum sanki...

Bebeğim, tüm yaşlarını neşe ve yaşama sevinci ile karşıla, her anını keyifle duyumsa, hayattaki en önemli erdemlerden birisi de anın farkındalığı ile yaşamak olsa gerek. Bilge bebeğim, yaşamdan öğrendiklerin ve yaşama kattıklarınla, sevgi dolu bir varoluşla nefes al, tarihselliğini yazarken zihninin duvarlarına, yaşamın farklılıklarını kucakla, hayatın tesadüf diye adlandırılan, ancak hiç de tesadüf olmayan anlamlı tüm ince detaylarını ve getirdiği tatlı sürprizleri gözlemlerken yaşamına ve kararlarına sahip çık, hayatın akışında bir çınar gibi güçlü dururken, ince bir sazlık gibi esen rüzgara da bükülmeyi bil. Bu düşündüklerim kendime de hep fısıldadıklarımdır, senin bana öğrettiklerinin yanında bu sözler ne ki? Büyüdüğünde ve sen de baba olduğunda dediklerimi daha iyi anlayacaksın. Hayat sana hep güzel yüzünü çevirsin, mutlulukla dolu olsun tüm anların. İlk yaşın kutlu olsun Babil! Annen olduğum için çok şanslıyım, her günümüzü sevinçle karşılıyorum ve yaşıyorum. Seni hayal edebileceğinin de ötesinde bir enginde seviyorum.

Friday, February 5, 2010

sevgi


Ne zamandır yazmak istiyorum, bu anı kolluyordum, ne yazacağımı bile düşünmeden başladım klavyenin tuşlarına dokunmaya. Düşüncelerimin hızına yetişemeyen parmaklarımla bir oyun içindeyim, haydi daha hızlı oyunu bu. Günlerdir zamanın içinde akıyoruz oğlumla. Bir yaşının dolmasına az kaldığı bu son günlerde sanki bu günler bir daha geri gelmeyecek, tadını çıkaralım diyerek yapmadık iş, gitmedik yer, oynamadık oyun bırakmamaya çabalıyoruz, o bana uyuyor tabii ki, asıl yerinde duramayan benim. Bebeğim büyümüş, koca adam olmuş. Altıncı dişini bile çıkartmış. Oradan oraya üç çeşitte emekleyen bebeğim çok hareketlendi, bebek gibi bile durmuyor artık, sanki iki yaşında koca adam! Hem yerde dizlerinin üstünde, hem sürünerek ("army crawl"), hem de tıpkı benim bebekken yaptığım gibi poposunun üstünde, kurbağa gibi zıp zıp zıplayarak emekliyor, hangisi kolayına giderse. Ayakta uzunca bir süre durduktan sonra yorulduğunun belirtisi homurdanma ile yere oturuveriyor Babil, sonra yeniden başlıyor evin altını üstüne getirmeye! Artık anne deyişinin belirginliği, bana uzanarak, beni çağırdığında yüzümü güldürüyor, içimi ısıtıyor.

Son günlerde bebeğimle evimizde anne ve bebekleriyle yapacağımız çok dilli (çift dilli) okuma günlerine hazırlandık, İspanyolca ve Fransızca kitaplar aldık (Ingilizcesi de var), her ne kadar oğlum çılgın gibi emeklemek ve sayısı doğumgünü şerefine artmış oyuncaklarıyla boğuşmakla meşgul olsa da ben ona kitap okurken ilgisini çeken bir ses, sözcük olduğunda yanımda bitiveriyor! Babil'i eskisi gibi kucakta tutmak mümkün değil! Biz de odasında oyun alanında oturuyoruz, özgürce hareket ederken ben kitap okuyup, resimlerini gösteriyorum, o da bir yanıma geliyor, bir gidiyor, bir gülüyor, bir çığlık atıyor. Çocuk olmanın en ayırt edici özelliği, inanılmaz bir öğrenme enerjisine sahip olmaları, biz yetişkinler bu yaşımızda böyle bir aşkla dolu olsak deviremeyeceğimiz iş kalmaz, feyz alıyorum ben de işte böyle! Halk kütüphanelerinde düzenlenen hikaye okuma günlerine de gidiyoruz, kendi çocuğum kadar, tüm yavruların ilgisini, gözlemlerini hayranlıkla seyre dalıyorum, insanın içini yaşam enerjisi ile doldurur bu seyir saatleri. Düzenli olarak gittiğimiz gruplarda sürekli karşılaştığım ebeveynlerin yavrularının nasıl da büyüdüklerini kendi yavrumunki kadar hayretle ve hayranlıkla karşılıyorum. İnsanoğlu ömrünün bu ilk yılında, tüm yaşamı boyunca büyümeyeceği ya da değişmeyeceği kadar müthiş bir hızla gelişiyor, dönüşüyor. Yavrum, kalbim, ruhum...

Artık günde üç en fazla dört kere emziriyorum seni, yavaş yavaş kendin bırakacaksın sanırım, içimde garip tatlı,buruk, gururla karışık bir sızı, bağımsızlığını ilan etmen için en çok ben çabalamadım mı? Peki nedir bu hüznün anlamı? Artık benim seni yedirmeme de izin vermiyorsun, kaşık hatta çatal kullanma çabaların bir yana, artık kendi ellerinle ustaca yemek yiyorsun. Gözünle seçip ayırdığın sebzeleri sana yedirebilmek için müthiş güzellikte bir tarifi uyguluyorum, burada "patty" dedikleri türde bir karışım, yumurta sarısı, peynir, kepek unu, keten tohumu, çeşitli sebze rendeleri veya püreleri, önceden kavrulmuş kıyma (hindi veya biftek), önceden pişirilip didiklenmiş tavuk, dana eti veya balık, özetle güzel ve sağlıklı olan ne varsa hepsi karıştırılır, yoğunca bir karışım olur, omlet ya da pancake gibi az yağlanmış tavada pişirilir. Bunları küçük parçalar halinde önüne koyuyorum, sen de kendi ellerinle afiyetle yiyorsun. Pişirmesi de çok pratik. Sen yeme bakalım, bende çare bol o sebzeleri sana yedirmek için! Meyve ile aramız hep iyi neyse ki...

Gelelim ilk yaşgününe! Evde dostlarla ufak bir parti vereceğiz. Pastanı sipariş ettim. Hediyelerimiz, oyuncakların, hepsi geldi, oynamaya başladın bile! Kitapların geldi, okumaya başladık bile! Parti malzemelerini alacağız, o günün yemek listesi hazır, yardım edecek hamarat bir dostum bile var! Hazırlıkları elimden geldiğince planlı yapıyorum, yoksa zaman hızlıca geçiyor. Ne çok ünlem işareti oldu, heyecanımı anla Babil!

Oğlum geçen sene bu zamanlar seni bekliyordum, şimdilerde yaşadığımız her ana şükrederek nefes alıyorum. Hayatımın en güzel yılı için sana binlerce kez teşekkür etsem azdır. Hafıza dediğimiz zihnimin duvarlarına, gün be gün, an be an yaşanan herşeyi kazımak istiyorum, tüm anları, şimdiyi, dünü, herşeyi; bilgimin bilincimle yoğrulduğu o noktada sevgimin derinliğini bir kere daha duyumsuyorum. Her gün binlerce kere söylediğim gibi, ne kadar söylesem sevgimi ifade edemiyorum, yine de söylüyorum, mis kokunu içime çekerek, zihnime kazıyarak hem de, seni seviyorum.

Friday, January 22, 2010

temiz

Oğlumla çok sevdiğimiz banyo şarkımız var, güftesi ve bestesi bana ait, dört aylıkken yapmıştım bu çalışmayı, halen de söyleniyor: "Kıvrımlar, temizlik kıvrımlarda gizlidir, anneciğim kıvrımlarımı temizle, kıvrımlar, temizse temizim, anneciğim kıvrımlarımı temizle." Bilenler bilir, bestesi sözlerini bütünler. Babil zaten banyo delisi, bir saat dursa ağlamaz, banyodan çıkarken çığlığı basar, su kuşum benim. Nereden yazdım bunu şimdi, temizlik kavramını yeniden düşündüm uzunca bir süre önce, çıkarımlarımı paylaşacağım.

Temizlik derken temiz nedir, temiz denileni nasıl yeniden keşfettim onu yazmak istiyorum. Otuz yaşımı doldurmadan geldiğim bu ülkede ne çok bilgi edindim, neler neler öğrendim, bunda bilginin paylaşılabilir ve herkese açık niteliğinin çok büyük katkısı var. Chicago'ya ilk geldiğim sene Migros tarzında bir alışveriş mekanına gidip bir bulaşık deterjanı seçeceğim diye bin tane markaya ve fiyata bakıp öyle alışveriş yapıyordum. Bu çok kısa sürdü, pratik mizacım hepsinin üstesinden geldi! Bir de ben oldum olası paranın alacağı malları saatlerce seçmekten hazzetmem, hani bazı insan vardır, ne olursa olsun alma duygusunu ve eylemini sever, bense param dursun, gerekmedikçe almayayım isterim, gerekince bile onca vakit harcamak istemem, ama ilk geldiğimde işler değişti. Hızlıca kararlar almam gerekti. En önemli karar ev temizlik malzemeleriydi. Neden derseniz eşim alerjileri olan bir insan, zararlı madeelerle temizlik yapmanın onu rahatsız ettiğini anlamam çok uzun sürmedi, bunların arasında, klorak yani beyazlatıcı özellikli ürünler, ağır parfümlü, kokulu maddeler gibi. Ev temizliğinden, çamaşır yıkamaya kadar herşey bir karar ve tercih sürecine soktu beni. Ne alsam, hangisi hem zararsız hem de iyi temizler diye... Kararlar: İhtiyaçlar, maliyet hesabı, kalite (hem temizlik hem de sağlık bakımından). Kitaplarla ve internetle araştırmalarım sonucunda farkettim ki evi temizleyeceğiz diye kendimize zarar veriyoruz. Tüm zararlı temizlik malzemelerinin ciğerlerimize doldurduklarını saymak burada ağır gelebilir. Ben iyi şeyler yazmak istiyorum, oradan alayım konuyu en baştan.

İlk işim evde önceden kalan, toz alırken toz üreten elektrik süpürgesinden kurtulup yenisini almak oldu, alerjik kişilerin ihtiyaçlarına uygun bir filtresi olmalıydı tabii. Ardından bulaşık deterjanı (makina ve elde yıkama), yerleri, cam ve ahşap tüm yüzeyleri, ayrıca tuvaleti temizleyecek doğal malzeme bazlı temizlik fısfısları ve malzemeleri, çamaşır yıkamak için yine doğal bazlı çamaşır deterjanı, çamaşır makinasına atılıp yıkanabilecek paspas ucu, özel temizlik bezleri ya da eskimiş tişörtler, banyo küvetini ovmak için ise "baking soda" yani sodyum bikarbonat (kabartma tozu) ve bildiğimiz sirke, önce kabartma tozunu nemli bir sünger yardımıyla küveti ovmak üzere kullanırsınız, üzerine dökülen sirke herşeyi pırıl pırıl yapar, üstüne bir de suyla duruladınız mı tertemiz olur. Temiz dediğimiz kavram meğer ne duru bir kavrammış, genzimi yakmayan bir temizlik malzemesiyle meğer her yer temiz oluyormuş. Ayrıca öyle foşur foşur etrafı silmeye de gerek yokmuş her zaman, bazen evi süpürmek bile yeterliymiş. Eski kuşakların kullandığı temel yöntemleri bırakıp bu zehirli maddeleri nereden edindik bilemiyorum, bakteri öldürelim derken neleri yok ediyoruz bilmemişim bunca zaman. Son iki üç yıldır ayıldım, yani bütün bu bilgileri ve uygulamaları Babil doğmadan hatta oğluma hamile kalmadan edindim, hem daha hesaplı hem de daha sağlıklı olduğunu öğrendim. Babil doğmadan diyorum, çünkü altı çizilmesi gereken en önemli nokta, bebekler ve çocuklar bizlerden daha hızlı soludukları, metabolizmaları daha hızlı çalıştığı için, zararlı temizlik malzemelerinden uçuşup havaya karışan bu zararlı maddelerden onlar daha çok etkileniyorlar. Belki dış dünyadaki herşeyi kontrol edemem ama evimde elimden geldiğince doğru tercihler yaparım, bebeğimin ve tüm ailemin bünyesini güçlendiririm. Şimdilik çalışmıyorum, bebeğimleyim, ama biliyorum ki iş hayatına yeniden girdiğimde tüm bu yöntemler hem pratik, hem de zaman almayan nitelikte, yani sürdürülebilir yöntemler, önemli olan da bu zaten.

Gün be gün hareketlenen bebeğimle bazen ev işleri aksasa da bildiğim doğrulardan şaşmıyorum. Sağlıklı yaşamak için her gün basit gibi görünen önemli tercihler yapıyoruz oğlum. Temiz derken güzel olanları yok etmeden temiz olmalı, hani kaş yaparken göz çıkartma misali olmamalı, senin kıvrımların gibi hem temiz hem de müthiş tatlı olmak zor tabii, eşsiz bebeğim, en güzel ve yararlı çabalarımın esin kaynağı.

Thursday, January 21, 2010

kalp

kalbim büyümüş, içine sığdırdığım sevgiyi paylaşacak sevenim ve sevdiklerim var, mutluyum. anneyim. Babil'in annesiyim. tek bir anda birçok yerde olabilmeyi, sevdiğim insanlara, beni sevenlere dokunabilmeyi istiyorum, bazen zaman yetmiyor sanki, tutup ensesinden zamanın, dur bakalım nereye, ben bugün oğluma şu kitapları okumadım, şu şarkıları söylemedik, şu dostumu arayamadım, uzunca bir banyo yapamadım ve daha nicelerini sıralamak istiyorum ama paylaşılacaklar, sorumluluklar, arzulananlar artarken zaman aynı kalıyor, zaman bana kıs kıs gülümserken ona ayak uyduracağım anı sabırla bekliyor sağolsun, bazen bekle daha çok beklersin demek istiyorum ama akışına bırakmak olmuyor kimi zaman, kimi zamansa oluyor, anı yaşamak ve duyumsamak en güzeli oluyor. varolmanın binbir çeşidi var. ben bin ikincisini olmak isterim. kalbimden öte ruhum büyümüş, olgunlaşmış, olabildiğimce olmuşum. bugün kendimi takdir ettim, tekrar tekrar aslansın, aferin sana, bravo sana dedim. hiç bilmediğim bir ülkede tüm sistemi öğrenip, herşeyi kurgulayıp, düzenleyip, bilgi ve bilinçle hem ruhumu, hem bedenimi, hem de evimi hazırlayıp oğluma kavuştum, eşimin katkısının ve güçlü karakterinin yanında ben yaptım ne çok şeyi, bazen de sanki herşeyi, tevazunun ötesine geçtim, bunca zamandır ilk kez aferin bana dedim. Babil doğalı tam bir sene olacak, hayatımın eşsiz dönüşümü. metamorfozun da ötesinde belki de dörtmevsim olmanın duruluğuna eriştim. içimdeki binbir rengi, devinimi, Babil'in annesi olmanın tadına yoğurdum, harmanladım. oğlum, büyüyünce beni daha da iyi anlayacaksın, seni içimin aldığından da ötede bir enginde seviyorum. bugün kalbim farklı titriyor. sen uykuya daldığın için, çok uzaklarda bir başka dost kalp benim onu aramamı beklemiş, aramamışım güne dalmışım yine zamanın oyununa gelmişim, işte onun için, babanın iki dişi çürükmüş, dolgu olacakmış, onun için, kendi ellerinle yemek yemeğe başladığından beri kaşıkla seni yedirmemi istemez oldun ondan, eline verdiğim kaşıkla önündeki kaptaki yemeğin yarısını midene yarısını da her yere keyifle ve tüm tatlılığınla bulaştırdığın için, anneannenin sana yolladığı cicileri sana giydirmem için sabırsızlandığını bildiğimden, ilk yaşgününe hazırlık yapacağım için ve daha binlerce detayla kalbim bambaşka titriyor bugünlerde oğlum, anne olduğum için, annen olduğum için...

Sunday, January 17, 2010

üçümüz


Onbir ay önce, ayın 13'ünde bir cuma günü doğmuş bebeğim. Miniminnacık bedeni bedenimden bu dünyaya gelirken aşkın binbir türlü halini vaat ediyormuş. Bir yaşını doldurmana az kaldı bebeğim. Oğlum iyi ki bu dünyaya, bizim yanımıza geldin, bizim oğlumuz oldun, senin sayende, bu hayatta yaşanabilecek en büyük mutlulukları yaşıyoruz.

27 Kasım'da ve sonrasında art arda gelen iki alt orta dişinin ardından üst orta iki dişin de 10 Aralık'tan sonra geldiler. Bebeğim, dört dişinin de teşrifleriyle, emzirirken ben de dahil, her bulduğunu ısırır oldun. Grisini tipi çubukların hakkından kolaylıkla gelmenin sırrı meğer bu dişleri çıkartmaktaymış, mandalinayı bir yandan emerken, bir yandan da bu dişlerle bölüp yemek varmış sonunda!

Babil'i bekliyordum geçen sene bu zamanlarda, yuvarlana yuvarlana, bir ay daha bekleyeceğimi, iki hafta fazladan karnımda kalacağını bilmeksizin hem de. Biz oğlumuzun doğumunda ve sonrasında sadece biz olalım istedik: Babil, babası ve annesi... Bizim toplumumuzda yapılanın aksine, biz kendi kendimize olalım istedik. Anne, baba, oğul olarak ilk kez bir araya geldiğimizde, bu anın kalplerimizi titreten duruluğunu o anın çerçevesinde sadece biz paylaşalım istedik. Bunu ben kendim de yürekten istedim ve tercih ettim, tüm şaşkınlıklara, bazı alınganlıklara rağmen kararımızı uyguladık. Oğlumuzun doğumunda en derinimde hissettiğim bu karar hayatımın kararıydı. Bugün de geri dönüp baktığımda ne doğru karar vermişiz diyorum. Üçümüzün o anların katıksız saflığında ve güzelliğinde gölgesiz varoluşumuz, her anın farkında olarak yaşayışımız, dikkatimizi birbirimize en derin titreşimlerle verişimiz, sadece ama sadece üçümüz olmaktan ötürüydü. Herşey ruhun en güzel halindeydi. Üçümüz, biz ve aile olmanın tarifsiz tadı...

Oğlum, bize yaşattığın hayatımızın bu en güzel onbir ayı için sana binlerce kez teşekkür ederim. Bana öğrettiğin sınırsız duygu, düşünce ve bilgi için sana teşekkür ederim. Bedenimi yeniden tanımamı ve anlamamı sağladığın için, ruhumu en sıcak kıvılcımlarla ısıttığın ve sımsıcak sardığın için sana teşekkür ederim. Benim oğlum olduğun, beni annen olarak seçtiğin için teşekkürler, bana anne dediğin, beni sevdiğin için teşekkürler. Yavrum, kalbim, ışığım, bilge bebeğim, ruhu aydınlığım, oğlum, Babil. Seni seviyorum.