Tuesday, November 1, 2011

mektup


neredeyse birinci trimester bitmek üzere, son haftaya girdik, bundan sonra daha da iyi hissedeceğimi ve karnımın da büyümesiyle daha da herşeyin gerçek olacağını biliyorum. bu sefer cinsiyetini öğrenmeyeceğimiz bebeğimizi beklerken daha da heyecanlanacağımı biliyorum.
hayatı bahanelerle yaşamanın hatta yaşayamamanın ötesine geçemememiş hayatlara bir umut mektubu olsun bu. yapmak istediklerine bahanelerle engel koyan zihinlere tavsiyeler olsun bu. dünyaya sevinç, mutluluk ve umutla doğanlara ve doğacaklara kalpten bir tını olsun bu.
oğlum ve henüz karnımdaki bebeğim, hayatı en değerli haliyle duyumsadığınızda, önceliklerinizin, tutkulu sorumluluklarınızın bilincinde olduğunuzda, hayatı bilgelikle yaşamanın güzelliğini daha iyi anlayacaksınız. hayatlarını kıskaçlar ve engellenmelerle yaşamış insanlara tanıklık etseniz dahi, onları ekseninizden ayrı tutun. başka varoluşların değişmezlerini ve değiştirilemezlerini bilin, tanıyın. görebildiklerinizin ötesindeki bilinmezleri kabul ederken, sezgilerinize inanın, insanın kendi duyumsayabildiklerine inanışıyla başlar hayatı keşfedişi. kuzularım, düşecek olan elma dalda durmuyor, hayat devam ediyor, her anın güzelliğini güvenle ve umutla tadın.
3 yaşına basmasına dört aydan az kalmış olan oğlum Babil'in büyüdüğü kadar minnoş olmasına şaşırıyorum, filmi geriye sarıp yeniden düşlediğimde, içimde büyüyen ikinci yavrumu duyumsuyorum, yepyeni bir film var kalbime yazılan. yaşadığım her anda katlanarak büyüyen bu sevgiye, yavrularımın güzel enerjisine renk katacak her varoluşa merhaba, buyurun varolun hayatımıza, gerisi uzak olsun. umut ve neşeyi doğallığıyla yaşayan, varlığına huzurla katık edebilen her varoluşa kalbim sonsuz açık, gerisi ardımızda kalsın. kuzularımı kanatlarımın altına aldım, kanatlanıp uçacakları o gün geldiğinde dahi bilsinler bu dünyada ve her nerede olursam olayım, benim fikrim, kalbim ve sevgim sizin, canlarım, aşkım babalarından olma mis bebelerim, sizi seviyorum. dün babanızın doğumgünüydü yavrularım, iyi ki doğdun murtim!

Thursday, October 13, 2011

12 hafta

bugün 12 hafta oldu, oğluma kardeş geliyor, herşey hayal gibi, bugünkü ultrasondan sonra kendimi daha bir gerçek değişimin içinde duyumsadım. oğluma hamileyken hiç yaşamadığım bulantılarım olmasa bu gerçeklik duygusunu tam anlamıyla duyumsamayacaktım belki ama şimdilerde ortaya yavaş yavaş çıkan karnım ve azalan bulantılarım yüzümde tatlı bir gülümseme bırakıyor. bir süredir ders vermekle başladığım yarı zamanlı çalışma planımı devam ettirmeye kararlıyım, beni dinç kılıyor. oğlum ne kadar bilinçli söylüyor bilmiyorum ama neredeyse son 3 haftadır ''göbüşümde ne var oğlum?'' diye sorduğumda ''göbüş, bebek'' diyor. Babil haftada iki gün okula gitmeye devam ediyor, okulunu çok sevdi, arkadaşlarının isimlerini sayıyor, neler yaptığını anlatıyor, her okul gününde neşeyle evden ayrılıyor, çok mutluyum, hep böyle olsun umarım. bu aralar ilgi alanları, tercihleri şekillendi, aktif bir hamilelik geçirmemi sağlayan enerjisi ile akvaryum, park, gezintiler, tren maceraları ile dolu dolu günler geçiriyoruz. babamız bu ay çok yoğundu, seyahatleri vardı, ona rağmen kendimi hiç de zorlanmış duyumsamıyorum. bu sefer doğuma annem gelecek, Babil için en çok, harika olacak onun için, gözüm arkada kalmayacak. Babil'de sezeryan olmam gerekmişti, saatler süren denemeden sonra, bu sefer yine normal doğum deneme şansım olduğunu söyledi doktor, bakalım akışta göreceğiz, nasılsa annem de gelecek ya, en önemlisi Babil'in hayat akışı, bebek ve ben iyi oluruz, o açıdan içim çok rahat. ikinci kuzumu 36 yaşımda doğurmuş olacağım inşallah, bundan sonra yepyeni bir dönem daha açılacak, içim umut ve sevinç dolu. oğlum hayatımın en güzel eşiklerinden birisinden geçmeme sebep olan kuzum (birincisi baban), şimdi de kardeşinle yaşayacağız bu mutluluğu, hem de sen olacaksın yanımızda bu sefer, ne güzel kuzum. babana söz verdim yalnız, bu sefer sürpriz olacak kız kardeşin mi erkek kardeşin mi olacağı. kardeş, bebek diyorsun ya göbüşümü sevip, önemli olan o, biz sağlıklı ve mutlu olalım, başka ne isterim. seni seviyorum ağabeylerin en kuzusu. Babil kuzum.

Tuesday, August 30, 2011

yeni bir hafta

Babil'in okula gittiği günler yazı yazmak istiyorum, bunu düzenli olarak yapacağım artık. Hayatın tadını düzenli olarak keyifle yaptığım işlerle daha iyi aldığımı duyumsuyorum. İş aramaya başladım, yarı zamanlı iş bulmak niyetindeyim. Bakıyorum, arıyorum, bulacağıma inanıyorum. Geçen haftaki ilk okul gününü Babil'in öğretmeni öyle güzel özetlemişti ki sevinçten yerimden zıplayacaktım. Akşamüstü oğlumu babasıyla almaya gittiğimizde bahçede öğretmenine top attığını gördüm, yüzünde o tatlı gülücüğü, kıyafeti değişmişti, bizi görünce sevinçle yanımıza geldi, hemen bana dönüp ''su!'' dedi, annesini görünce aklına ihtiyaçları geliyor demek ki... kuzum... Okulun ilk günü sabah saatlerinde keşif modundaymış, oyuncakları ve çevreyi keşif, öğlen yemek de uyumak da istememiş, ama keyifliymiş, oyuncu ve meraklı; sonra biraz yorulunca uyumak istemediği halde asistan öğretmenlerden bir tanesinin kucağında sallanan sandalyede dinlenmiş. Dinlenme saatinden sonra sınıftaki çocuklarla ve öğretmenlerle iyiden iyiye iletişime geçmiş. Gülücüklerini paylaşmış, anlamadıkları bir dilde, Türkçe kelimelerini kullanarak onlarla iletişime geçmiş. En sevdiği oyuncaklardan birisi de mıknatıslı alfabe olmuş, harfleri söyleyip uzun süre oynamış. Öğleden sonra atıştırmalıklar sunulduğunda öğle yemeğinin acısını çıkarmış. Tuvalet meselesine gelince, çoktan bezi atmış olan oğlum biraz direnip uzunca tuvaletini tutmuş olmasına rağmen kazasız güzelce tuvaletini de yapmış. Mış, mış, mış. Ben orada yoktum, ikinci elden duyduğum bu güzel haberler beni çok mutlu etti, herşeyiyle. Heyecanlı, mutlu ve dopdolu bir gün geçirmiş oğlum, çok mutlu oldum, o anlar ben orada olmadığım için bunca farklıydı diye düşündüm, oğlum hayatın içinde güven ve mutluluk dolu duruşuyla varolacak, şimdiden, minik bir adam olarak dahi... Bu sabah da keyifle gittin okuluna, geçen hafta başladığın için sadece bir gün gittin, bu hafta Salı ve Perşembe, koskoca iki gün gideceksin, bundan sonra böyle. Bu sabah okul kapısındayken hemen bana ''aç'' dedin, kapıyı açar açmaz merdivenleri gülen yüzünle tırmandın, keyifle başladın bir başka okul gününe, sınıfına girer girmez sevdiğin oyuncakların başına geçiverdin, tatlı öğretmenin bizi güleryüzüyle karşıladı, kardeşler oyunlara dalmışlardı bile. Bebeğim, bu veda anı bana zor gelmedi ilk günkü kadar, bana gülümsedin, odadan çıktığımda içim rahattı, oğlum çoktan okullu olmuş benim. Canım oğlum, seninle gurur duyuyorum.

Thursday, August 25, 2011

ilk gün

Okulun ilk günüydü bugün, belki de büyük değişimin öncesinde bunca zamandır suskun kalmış olmamın sebebi bugünün bekleyişiydi. Düşünmeden yazmak istiyorum, karşımdaki yoldan geçen bisikletliden bakışımı çevirdiğim gibi, telefonla konuşurken kahvesini yudumlayan sarı saçlı kadın içeri girmeden bu cümleyi bitireceğimi düşünüyordum ki yanılmışım. 2 yıl altı ay koyun koyuna geçirdiğimiz zamanın olanca hızıyla beni son çizgide geride bırakmış olmasına şaşırmadım, maratonu ne güzel tamamladım, ama şaşkınım, yeni koşuya hazır bile olduğumu düşünmezken kendimi iş başında buluyorum şu anda. Saniyelerin usulca aktığı saatime bakıyorum, oğlumu okula başladığı bu ilk günde kucaklamama çok az kaldı. Neden yazmadım, neden yazamadım? En son Türkiye’deyken yazmıştım, 3 aydan fazla olmuş bile.

Dışarıda telefonla konuşurken kahvesini yudumlayan kadın şimdi yanımdaki koltuğa oturmaya karar verdi, belki de onu yanıma oturması için çağıran benim. Benim gibi büyük bir kupada latte ısmarlamış, ikinci kahvesi, uzun oturacak belki, ben bir saate buradan çıkacağım. Hayatın içinde beynimin dalgalarını bilinç ve farkındalıkla, biraz da bağımsızca duyumsamak istediğim bir zamanı yaşıyorum. Şimdinin varlığı garip bir boşlukla ferahlıyor sanki, akıcılığını koruduğu kadar, boşaldıkça doluyor zaman. Neden yazmadım, neden yazamadım? Soruyu cevaplamak, dürüstçe cevaplamak için yazıyorum. Yazının kısıtsız somut ferahlığına sığınabilir miyim? Zihnimin şaşkın bakışını kalbime dokunarak odaklıyorum. Kelimelerimi neden bu kadar özlemişim? Beynimde düşündüğümden farklı olamaz yazdıklarım. Olabilir. Düşüncelerimi yazdığım o an yakaladığım kalıcılık ve duruluk, ifade bulmaktaki arzumun sıfatları. Ne dediğimi bildiğim ve anladığım kadar ne bilmek ne de anlaşılır olmak istiyorum şu anda. Sadece yazmak istiyorum. Hiç konuşamadığım, hiç paylaşamadığım kadar yazmak. Kimse yok, ben ve ben varız. Neden yazmadım, yazamadım bunca zaman?

Oğlum büyüdü, koca adam oldu, hatalarımla, doğrularımla, ki bilmiyorum hangi kategorilerde nasıl toparlarım bunları, sevgi dolu, mutlulukla büyüdü, büyüyor. Mayıs ayında Türkiye’de kaldığımız 4 hafta sonunda anladım ki oğlum okula hazır, görmek, tanımak istiyor. Haftada iki gün okullu oluyor benim oğlum, Salı ve Perşembe. Haziran ayında Türkiye’den döndüğümüzde biraz şaşkındım, ilk defa hem burada hem de orada, aynı anda olabilmeyi istediğimi farkettim, burasını olduğu kadar orasını da yaşamak ve oğlumla da paylaşabilmek istediğimi farkettim, dünyamı ne kadar çok genişletmek istediğimi, oğlumun evrenini katmanlar ve derinliklerle enginleştirmeyi, ona yalın ve ahenkli bir cümbüşün varlığını göstermeyi arzuladığımı anladım, çoktan biliyor ki oğlum, ben kimim ki ona dünyayı göstereceğim? O güzel çocuk beyninde, ruhunda sevgiyi, sevilmeyi bilmesinin de duru gücüyle çoktan aralamış olduğu kapıların ardındakı o duru ışığı keşfetti biliyor benim oğlum. Temmuz ayında arabamıza seyahat ihtiyaçlarımızı koyduğumuz gibi batıya doğru yola çıktık. South Dakota eyaletinin de batısına gittik. Bütün eyaleti boydan boya geze geze geçtik. Chicago’ya geri döndüğümüzde bir haftalık bu seyahatin ne kadar da rahat geçmiş olması bizi mutlu etti. Neden yazmadım, neden yazamadım bunca zaman? Seyahatin ardından Ağustos ayında girdiğimiz anda geri sayım misali zamanın hızlıca geçeceğini biliyordum, geçen hafta Wisconsin’de yaptığımız kısa tatil sonrasında haftanın başlayışıyla aralandı kapı, değişimin kapısı, büyük başlangıç, okulun ilk gününde koynumdan ayırdığım yavrumu yepyeni bir ortama atıverecektim.

Salı günü öğretmeni Kim evimize geldi, her türlü donanımının ötesinde kapıdan içeri girer girmez yaydığı olumlu ve ılımlı enerji ile biliyordum ki Babil bu genç öğretmenin sınıfında çok mutlu olacaktı. Dün ise Babil ile beraber bir okul ziyareti yaptık. Bir saatliğine dışarı çıktığımda bensiz çok da rahat olduğunu görünce bugün o kadar da zor olmaz sandım. Babil için kolaydı ama ben duygusaldım. Oğlum babanla gelip seni alacağız sonra, kardeşlerle oyna, yemeğini ye, uykunu uyu, gelip seni alacağız akşamüstü diyerek ayrıldığım oyun odasının kapısı arkamdan kapandığında içime bir ateş indi, aylardır içimde gezen ateş kalbimin ortasında bir delik açtı sanki. Gözlerimin ıslanmasını engelleyemeyişim engin bir mutluluk duygusundan. İçimdeki gücü yeniden kavrayışımın şerefine, inandığım herşeye, içimdeki sevgiye sarılışımın şerefine. İnsanın yavrusuna duyduğu sevgi, yeryüzünde insanoğluna olan inancın hiç sönmeyeceğine dair bir umut ışığı. Neden yazmadım diye sormuyorum, yazıyorum, şimdiyi, geçmişin eşsiz bilgisi ve bilinciyle, umut dolu, yazıyorum. Gözlerim nemleniyorsa yapabildiklerimin ve yapabileceklerimin şerefine. Oğlumun varlığına, nice mutlu başlangıçlarına. Yeniden yazıyorum.

Sunday, May 15, 2011

sevgi

sadece günce olmaktan çıkıp yazmak isterim, sana, kendime, canım oğlum. uyku tutmadı, beraber yattığımız yataktan kalktım, yazmak istedim, ne yazmak istediğimi bilmeden yazmaya başlamak yine... şu anda türkiye'deyiz, 8 haziran'da chicago'ya dönene dek nasıl plan yaparım, nasıl buluşmak istediklerimle buluşurum bilemiyorum, bu sene yol yorgunluğu, saat farkı bizi çarptı. gelmeden önce artık türkiye'ye gitme zamanı diyordum, buluşmak güzel, ama uçağa binip amerika'ya dönesim var şimdi, yüzleşmeler zor, insanın kendi gerçekliğini karşısındakinin seni algılamak isteyişinden bağımsız anlayabilmesi böylesi buluşma dönemlerinde zor kimi zaman. kendimi özgür duyumsamak isterim hep ya, burada sanki ayağım bağlanıyor, tökezliyorum bazı bazı. bir dolu saçmalığın arasında, gerçekliğimden uzakta safsata algılayışların ortasında ben yani dörtmevsim kalakalmışken ipincecik ruhumun içine sığınıyorum, düşünüyorum. bugün ilk kez tanıştığım bir kadına içimde varolan, kimsenin bilmediği o gizli yerden, benden söz ettim, hiç kimsenin bilmediği gizli dünyamı, ne olduğunu söylemeden onun varlığını zikrettim. ne olduğunu kimsenin bilmediği ben. insanın sosyal yüzüne bulanan, geçmişinden gelen her türlü köklenmiş dışarıdan algılanış biçimlerinden arınmış o varoluş. annemin benim olmamı istediği, keşke böyle olsaydın, böyle ol isterim deyişine gülümseyen o beni seviyorum. ya da korla kavrularak, yana yakıla maruz kaldığım bir tavra isyan eden kendime bakıp, saçmalama ne var bunda, öyle oluversin deyiverebilen o içimdeki beni seviyorum. beni ve çocuğumu asla bir daha görmek istemediğini zikretmiş birisini görme olasılığının kapısını sırf o kişinin varoluşu için bile kıymetli olacağını bilişimden buyur ediverebilen beni seviyorum. sevildiğimi bilmek beni mutlu ediyor, koşulsuz, kayıtsız beni seven dostlarımı seviyorum. akşam sen arabada uyuyakalmışken, köfte ekmek aldığım dükkanın önünde saçıma sinen ızgara kokusunu seviyorum. yıllar önce yaşanmış, şimdilerde terk edilmiş o evin bahçesinde bomboş havuzun etrafını bürüyen otlara bakarken içimde duyumsadığım o cızlayışı seviyorum. bu satırlara yazarken eksik, gedik ifadelerimi seviyorum, hepsi o içimdeki gizilliği besliyor sanki. babanın senden 82 yaş büyük dedesinin bastonuyla oynayışına, ona o tatlı sesinle dede deyişine bayılıyorum. hayatın kimi zaman parça parça dağılmış, toparlanmayı bekleyen masum savrukluğunu seviyorum. uzaklıkların yakın olmaktan kimi zaman daha sevgi dolu oluşunu seviyorum. terleyen başının nemli bukleleri arasındaki o mis kokuyu içime çekerken uykumun çoktan kaçmış oluşunu seviyorum. az biraz sonra yanına kıvrılıyorum oğlum, sen en tatlı ve heyecanlı rüyana dalmışken...

Tuesday, April 19, 2011

seni düşünürken

hayır, evet yerine hep hayır, evetse bile hayır, öğrendiğin bu güçlü sözcük, kişisel tercih ve isteklerinin ifadesi, kiraz renkli dudaklarından döküldüğü zor anlarda bile direnişinin ifadesi bu sözcük insanı gülümsetiyor. meme bitti oğlum, hayır, inek sana süt getirmiş oğlum, içer misin? hayır. oğlum tuvaletin geldi mi? hayır. peki. (bir iki dakika sonra kendisi gider ve yapar) şu son birkaç gün çok zorlandım oğlum, senin göğsüme sokuluşuna direnmek çok zor kuzum, mis sıcaklığınla, ılık ılık nefes alışınla... ama iyiyiz. daha da kolaylaşacak. mayıs ayında türkiye'ye gitmeden önce böyle olması çok daha rahat olacak, yüreğim buruluyor halen biraz, ama derinde içim rahat bebeğim. bugün yatmadan önce sağanak yağan yağmuru izledin camdan, su diyordun, su, gökyüzünden akan su, yağmur, bahara açan tomurcuklar suya doysun, sen uyurken...

Friday, April 15, 2011

tomurcuk

bugün hiç meme emmedi oğlum, ah kuzum, ah bebem, meme bitti annem, inek sana süt getirmiş al ondan iç, yok annem memede süt kalmamış, bitti bebem diye diye 2 yıl 2 ay 1 gün emzirdiğim oğlumu süttem kestim sanırım, bugün itibariyle veda ettik, zorluğu birkaç günü, belki bir haftayı daha alır, ama sonra rahatlar sanırım, ne de olsa kendi kendine uyuyor, yemeğini yiyor, meme sadece keyfine keyif katıyordu. göğüslerim süt dolu şu anda, bu kadar ürettiğimi ben bile tahmin edemezdim. önceleri imkansız geliyordu, bencilce buluyordum, bunca sene emzirmiş olmama rağmen istiyorsa vereyim diyordum, istedikçe alsın, kendi bıraksın, bırakacağı yok ki oğlumun, iş bana kaldı, ama zamanı geldi oğlum, içimde öyle duyumsadım, umarım iyi olur böylesi, çok sızım sızım sızlamadan geçeriz bu dönemden de. bebeğim, artık gözü de karartıp gece gündüz küloda geçtik, hiç bez yok artık, sabah kuru kalkıyorsun, olur da sabah odana geç girersem kaçtığı oluyor ama ne olacak ondan sonrası kolay, herşeyin pratik yolunu bulduk biz. havaların iyice ısınmasını bekliiyorum, şehrin tadına varmalar, seyahatler, gezmeler, tozmalar derken bu yaz hızla geçebilir, sen okula başlamadan önce sana nasıl doyacağım ben? haftada iki gün gidecek olmana rağmen aklıma düşüyor hep. Oğlum, seninle baharı karşıladığımız bu günlerde 35 yaşımı doldurmama ramak kalırken içimde garip bir titreşim, hayat içimde yeniden filizlenirmiş gibi, yeniden doğar gibi. hayatın hiç durmadan akması, zamanın tutulamazlığı ne hoş, anların tatlı varlığı. ağacın dallarında yaprak olmak üzere açan tomurcuklar gibi geliveriyor yaşam elimize, dokunabildiğince sev, görebildiğince anla, hatta daha fazlasını... kokunu içime çektiğim, mis ayağından seni öptüğüm o anın eşsizliği. başka ne kalır geriye sözü edilecek? iyi ki doğdum ben!

Friday, March 25, 2011

bahardan önce

şubat ve mart ayları geldi geçti bile... sen ikinci yaşını doldurdun 13 şubat'ta Babil'im, canım oğlum. dünya çok karışık bu sene, biz kendi dünyamızın ayarlarını geniş pencereye çevirebiliyoruz baban sayesinde, odanın duvarındaki dünya haritasını gösteriyorsun, hiç ayak basmadığın nice yerlerde senin yaşındaki çocukların ne zor hayatları var. günlük hayatımızda olan biten önemli değişimleri anlatacağım tabii ki de ama satır aralarında annen neler hisseder, neler düşünür bu aralar bil diye yazacağım yine, insan doğasını anlamaya çalışma çabasının sonu yok, toplumsal direnişlerden bireysel kavgalara dek...

bebeğim sen 18 aylıkken başlamış olduğumuz tuvalet eğitimi meselesi sende 22 aylıkken klik etti, o zamandan beridir gündüzleri sadece külot giyiyorsun, geceleri yine de bez takıyoruz ama sabah kuru kalkıyorsun, küçüğünü tuvalete yapıyorken büyüğünü yapmamakta direniyordun, ama onu da yapıyorsun bebeğim, son birkaç haftadır yakala kaçır misali yapıyorken bu hafta artık büyüğün gelince bana söylüyorsun ve tuvalete gidiyoruz, alkış, heyecan! aferin oğluma, ben sana ne öğreteyim bebeğim, sen bana öğretiyorsun neler neler yapabileceğini, miniminnacık koca adamımsın sen benim.

dedenin bizi çok uzun soluklu bu ziyaretinde ona iyice bağlandın, amcan da geldi, dede diyorsun, amca derken c harfi zor geliyor, amma diyorsun, dede nereye gitti deyince kapıyı gösteriyorsun, dedenin yolculukları, babanın iş seyahatleri ile havaalanına yaptığımız sıkça gidiş gelişler sebebiyle uçak denen bu kocaman gökkubbe araçlarına ilgin arttı, bizi sevdiklerimize götüren, özlemlere sebep olan, deniz aşırı hayatımızın arabulucu dev araçları bunlar, uçur bizi, bizi de gezdir kanatlarında dercesine arabalardan daha da ilgili oldun uçaklara. konuşman, ifadelerin açıldı, olayları tanımlamak istiyorsun, dede gitti, dede bay bay. evde anne ve babanla türkçe konuşuyorsun ama ingilizce konuştuğumuz günlük hayatımız ve arkadaşlarımız arasında senin de ifadelerin iki dilli oluştu, ''gitti'' dediğinde ingilizce ''gone'' da diyorsun, ama araba demek yerine sadece ingilizce ''car'' demeyi tercih ediyorsun. o güzel kafanın içindeki süreçleri anlamak, duyumsamak istiyorum her an. tadını çıkarıyorum tatlılığının, beraber uyuyoruz, oynuyoruz, geziyoruz, bu eşsiz anlar geri gelmez diyerek tadına varıyorum, ama tadına doyamıyorum senin yavrum. bu yaz sonunda 2,5 yaşındayken okula başlayacaksın, çoktan hazırsın, haftada 2 tam gün gideceksin, hem seni çok özleyeceğim, hem de senin için çok keyifli olacağını düşünerek bu zamanı kendim için de iyi değerlendirmeye çalışacağım bebeğim.

kelimeler, ifadeler, tanımlar... kimi insan, beyninin anlamayı istediği şekliyle tanımlar etrafını, duymak istediği şekilde anlar olanı biteni, kendi yanılsamaları doğrultusunda çarpıttıkça güçlenir sanki, bilgin olmuştur, yalpalanarak dolaştığı zihninin duvarlarını dış dünyaya rengarenk yansıtmıştır, çok yönlülük diye adlandırdığı varoluşu, kararsız fikrinin ve kırık kalbinin sonucudur, kalbi kırık doğmuştur sanki, kırık olsun ister hep, tamir olmasın, hatta kıpkırık olsun hep ister ki bahanesi olsun odaklanamayışına, sorumluluk alamayışına. böylesi insanlar nicedir ve durumları oluruna bırakılmalıdır yavrum. yine de herkesin, herşeyin deneneceği bir başka şans daha vardır derim ben, esnetebildiğince esnet olasılıklarını evrenin oğlum. neden olmasın inatçı inek köprüden suya düşer belki kendine gelir, tabii kendi debelenmelerinde boğulmazsa.

Friday, January 7, 2011

yeniyıl

yeniyılın ilk haftası neler yaptık?

kış dönemi müzik kursumuza yazıldık ve ilk dersimize gittik, Babil artık iyiden iyiye katılır oldu, dans ederek, şarkılara hecelerle eşlik ederek, belli başlı tempo hareketlerine katılarak neşe saçıyor!

bu hafta dört aydır kuaföre gitmediğimi kuaförde saçlarımı kestirirken anladım, en son 4 eylül'de gitmişim, pes yani, kuaförüm saçlarımın beyazlarını kapatırken saçımın doğal rengini çok iyi tutturduğundan saçım uzadıkça umursamayıp beklemişim, artık eskisi gibi çok uzun saça bakamıyorum, gerçi saçım yine uzunca, hatta at kuyruğu bile yapabiliyorum ama daha katlı ve şekilli kestirdim saçımı.

oğlumun ikinci yaşının dolmasına çok az kaldı inanamıyorum.

biraz yediklerime dikkat edeyim diyorum artık, sütüm de azaldı zaten, hani emzirirken yediklerime dikkat etmek anlamında, halen emziriyorum dediğimde göz yuvarlayabilecek herkese selam olsun! rejim demek bazen garip geliyor, üstüme dikte edilen bir formata köle olmuşum gibi, tercih etmiyorum o fikri, farkettim ki (eşim hep söylerdi de gel laf dinle işte) pek fazla et yemiyorum ben, yani protein fazla almıyorum, karbolara aban canım aban, o da insanı doyurmuyor, şimdilerde sabah omlet, öğlen tavuk ya da balık, akşam et ya da benzeri, ayrıca her öğünde salata ve sebze. genel olarak daha az yediklerimi artırıp (protein ve sebze), daha çok yediklerimi azalttım ya da ortadan kaldırdım (bol şekerli meyveler, ekmek, pilav, makarna, tatlılar). daha dinç hissediyorum kendimi, başlarda biraz zorlandım, halen zorlanıyorum, oh şöyle kepek ekmeğine bir katman nutella sürsem diyorum, vazgeçiyorum, yerine badem yiyorum azıcık, yerini tutmuyor ama... aslında insanın anne olduktan sonra demeye dilim varmıyor ama belli başlı mihenk taşlarından sonra vücudunu algılayışı değişiyor sanırım, ama yapısal olarak Babil'e bir kardeş gelsin diye dombili olma ihtimalim varsa bu ihtimali ortadan kaldırmak için yazık ki yıllar öncesinde geride bıraktığım bu yediğine dikkat meselesini tekrar ele almam gerekti, fikre çıpa atalım, daha sağlıklı olmak, derlenip toplanmak, eksik protein ve sebze alımından hallice kronik yorgunluğun çaresi bu adımı atmaktı, başlayalı tam iki hafta oldu. haftada iki ya da üç kere spora da gidiyorum hep ama yediğine dikkat etmeden değişimi yaratmak zor, gerçekçi olan yaklaşım bu.

oğlumun ikinci yaş gününde bir parti yapmak niyetinde değilim, belki biz bize günübirlik bir gezi ve kutlama yapabiliriz. içim bir garip, bebeğim büyüdü, halen minnoş ama kocaman oldu da bir yandan...

oğluma gündüzleri bez giydirmiyorum artık, evdeysek ya popo açık ya da külot var, çoktandır tuvaletini söylüyor, bazen ''potty''ye yani lazımlığına yapıyor, bazense etrafa, ben lazımlık demiyorum, ''tuvalet'' diyorum, ''oğlum ç.. k... tuvalete'' diye, yavaş yavaş yol alıyoruz, çok fazla beklemek istemiyorum, böyle uzun süreceği söylense de, bütün gece kendi yatağında deliksiz uyuyan, çatal kaşıkla yemek yiyen, top oynayıp müzik ritmiyle dans eden, lego ile yaratıcı şekiller yapan, bizimle akıllı oyunlar kurup şen sosyal kahkahalar atan yavrumun ne kadar büyüdüğünü görürken tuvalet meselesini geciktirmek garip geliyor açıkçası. aslında biz 18 aylıktan başladık, biraz yarı zamanlı devam ettik, araya tatiller girdi, bazen geçici duraksamalar, daha tutarlı olsam belki daha hızlı olacaktı ama bazen Babil direndi, bazen ben pes ettim, ama şimdilerde sifon çeken, tuvalete bay bay bile yapan, ayrıca 11 saatlik gece uykusundan kupkuru uyanan yavrumun hazır olduğuna eminim, oğlumu gözlemlerken kendi iç sesimi takip ediyorum.

biraz havadan sudan, biraz olan bitenden yazdım, aslında eksik yazdım, değişimi beklerken bazen aslında değişim diye dramatik bir durum olmadığını öğrenirsin ya da bunun farkına varırsın ya, akışın kendisi var bu aralar belki de, hatta dramatik denilebilecek bir değişim dahi olsa bu akışın bir parçası olacak, hemen hamurumuzu ona yoğuruvereceğiz, dönüşürken biz ve biz bize olacağız hep, başta garipsedim içime doğan bu duyguyu, sonra rahatlar gibi oldum, hani sıktıkça elinden kaçıverir ipin ucu, ucundan rahatça tuttukça elin terlemez, kavrarsın gidişatı, sanki böyle. su bulanmadan durulmaz derler, bazen bulanıklık sandığın hareketin ve dalganın ta kendisi oluyor, su değil ki bulanık olan, rüzgarın ve dalganın etkisiyle sallanan yosunlar ve savrulan kum...

ince bir tabaka kar yağdı, tuttu da hatta. bir üstüne yağsa keşke bu gece, her yer kupkuru, ne güzel tutar, yakınlardaki bir tepelikten kızak kaymaya gideriz, kar dolsun her yer! hem belki bir de kayak kayacaktık yakınlardaki bir kayak merkezinde. müthiş kayak tatilimize ithafen bir de ''midwest'' tepelerinden inelim diye... karın yağmasını bekliyorum, yoksa kışın tadı kalmadı, hazırım baharın gelmesine.

tilki, papağan, su, anneanne, dede, araba, anne, baba, möö mööö, traktör, bebek, at topu, yapma, mısır, mee mee... kulağıma ve kalbime dolan tüm kelimelerinin tınısına deli oluyorum, canım kuzum.

sıradanın ya da gündeliğin ötesine geçebilsem, zihnimin en ince kıvrımlarından dökülebilsem burada, tuttum ve tutuyorum yine, bırakabildiklerimle... seni seviyorum Babil.