Thursday, September 23, 2010

bırak büyüsün


bir daha anne olmak, yeniden bir çocuk sahibi olmak fikri benliğimi müthiş bir heyecanla sarıyor, kendime dönüp bakıyorum, sonra of diyorum çok zor, nasıl yaparım? yapabilir miyim? yavrusunu korumaya alan aslan yavrusu misali kanat germişken etrafıma ve bazen de haddimi aşmışken, yüreğimin bir sorumluluk heyecanını ve sarmalını yeniden kaldıramayacağını düşünüyorum bazen. bedenimin ve tüm benliğimin uğradığı bu dalga dalga duygu seli daha ne kadar çalkalayabilir içimi ve ben bu akışa bırakabilirim kendimi, nasıl yaparım, bir kere daha yapabilir miyim? diye soruyorum kendi kendime. eşimin sık sık daha geniş ve rahat olmamı söylemesini çok haklı buluyorum da, nasıl yapacağım? parmağı kapıya sıkışan oğlumun çoktan "iyi" olduğuna ikna olamayışımı ancak delilik açıklayabilir. bu sabah saat 6 buçukta step dersine giderken hayal meyal gördüğüm dolunay mı, yoksa sersemletici garip rüzgarla gelen olağan dışı sıcak mı sebep bu satırlara? ben delirmiş olmalıyım! kafamı düşüp kırsam umursamayacağım ama oğlumu bu kadar sarıp sarmalamam delilik mi? dünyaya geldiği andan itibaren kendi bedeni ve ruhuyla istediği gibi yaşayacağını bildiğim bir insanoğlu oğlum nihayetinde, biliyorum ve benim bu varoluşa hiçbir hükmüm yok, olamaz, sorumluluklarımın ötesine geçemem ki zaten...


bırak adamı, rahat bırak diyor babası, adam oldu benim oğlum, büyüyüp gidecek, gezecek, keşfedecekmiş, şimdiden rahat bırakmaya alış diyor babası, yoksa işimiz iş olurmuş, çok haklı, bırakayım diyorum, bırakıyorum. ama aklım onda, o hep iyi olsun, rahat olsun, delice. kendi anne babamın beni büyütürken nasıl olup da kalplerine bunca sahip çıkabildiklerine, bu deliliği dizginleyebildiklerine şaşıyorum, seneler boyu hep uzun, upuzun mesafeler varken arada... durup durup düşünüyorum, insan cidden de çocukluğuna dönüp bakıyor anne baba olduğunda, neler yaşamış, nasıl yaşamış aklından geçiveriyor bir bir, ben hep güzellikleri anımsıyorum, sanırım tüm yaşanmışlıkları çoktan kucakladığım için, acısı ve tatlısıyla... silinenler, kalanlar, hepsi gerçek nihayetinde, çok yeni kırıklıklar da var, ama ne çok bilgi düşmüş kucağıma diyorum, bazen kendime kızdığım da oluyor, insan doğasının haksız kibrini, insanoğlunun kızgın ve yakıcı bir zavallılıkta hırslı, kinli hallerini unutuveriyorum bazen, ayakta uyuduğum oluyor, görüntülere ya da gerçek olmasını arzuladığım iyi hallere kapılıveriyorum. insan sonsuza dek yavrusunun kokusunu koynunda yaşar, yaşatır, yavrusu her nerede olursa olsun, asla da vazgeçmez ondan, varlığından. bunu biliyorum. daha az deli olmaya çalışacağım. bir daha anne olayım, çok kereler hem de, içime sığmayan bu sevgiyi paylaşmaya hep hazırım ben.


bıraktım oğlum, istediğin gibi keşfederek büyü. iyi ki baban var insan doğasını benden çok daha iyi keşfetmiş, hissetmiş, sen de bil oğlum, bil ki hayat sana en bilge haliyle açılsın. babil, oğlum, kuzum, kıvırcığım, mavişim. ağacı sev dediğimde nasıl gidip gövdesini seviyorsun ağacın, buna deli olmayayım da neye olayım peki?

Thursday, September 16, 2010

ne yazsam ne yazsam


yazdıklarımın kalıcılığı olmasını isterken anın ve günlük yaşamın en ince detaylarını da önemser oluyorum, zikredilenin aksine yazacak çok şey var da ben oturup yazamıyorum kuzum. yazın bitmesinden ötürü içime dolan garip hüzün mü, bu yaz olan biten tatlı veya acı herşeyin damağımda bıraktığı buruk tat mı, perşembe günü sabahın altısında gittiğim step dersi mi, Babil'in 19 aylık olması mı, beraber music together dersine yazılmış olmamızın verdiği mutluluk mu (oğlumun müzik aşkı derinleşecek yaşasın!), yazsam yazarım da bir buruğum işte, oradan buradan, havadan sudan yazasım yok, lay lay lom diyesim yok, pek yok. keyfim yerinde mutluyum, olduğum yerde, hayatımın akışından memnun, birazcık yaz sonu burukluğu bendeki. çocukluğumdan beri yaz sonlarından hazzetmedim, pazar günlerinden sıkıldığım gibi, garip işte. kendi çocukluğumdan anımsadıklarım oluyor sıkça hem de, Babil aramıza geldiğinden beri, çocukluğumun izdüşümleri, belki anne olduğum için, ebeveyn demem kendime, dörtmevsimim ben, Babil'in annesi, oğlumun annesiyim. bu aralar gidesim var bir de, yeni bir yeri keşfedesim var, aralık ayında kayak tatilimiz var iple çektiğim, kışla ilgili en heyecanlı kısım, eşim çok iyi kayıyor, ben idare ediyorum, yeni kayak pantalonum da var bu sene, "hip" görüneceğim, hah! oğlumun seneye yaza okula başlamasına karar verdik, yani iki yaşını doldurduktan sonra, o zamana kadar onunla dolu dolu olacağım, böylesi daha iyi olacak bizim için. şimdiden bir cız ediyor içim, ama onun da dünyası zenginleşecek, her ne kadar şimdi de çok aktivite yaratıyor olsam da okul ortamı bambaşka. hem benim de kendime vaktim daha çok kaldığında işlerimi yoluna koymam daha kolay olacak. değişimlere her zaman açık ol oğlum, tüm coğrafyaların ve zamanın ötesine geçen bir esnekliğin olsun oğlum hep, planladığın yaşam çizginde bu esneklik becerisi sana beklenmedik eşsizlikte gelişmeler sunabilir. tesadüf diye addedilenin de ötesine geçmek, değişimi ve dönüşümü kucaklamak, dengenin tatlı ve düşündürücü ayarını tutturmaya çabalamak, tekrar ediyorum pek çok fikri yazılarımda, sebepsiz değil. sprint atmak hayata, sonra duruvermek, eşsiz manzaranın tadını çıkarırken. esneklik oğlum, esneklik, esneyebildiği yere kadar esnetebilmek hayatı, ucunda taş takılı bir sapan gibi değil, okyanus resiflerindeki yosunlar, mercanlar gibi. aklımda halen Cancun seyahatimizin güzelliği var, yine gitsek o güzel sularda yüzmeye... oğlum ne zamandır trene de binmedik, trenle şehre inelim dedim bugün, şansımıza yağmur yağdı, sonra güneş açtı ama sen geç uyudun, sanırım bu plan da haftaya kaldı.

Tuesday, September 7, 2010

rüzgar

bugün bizim buralarda deli gibi esen rüzgarın vedası var gencecik bir ruha, hissettiğim, paylaştığım o ki, bu rüzgar o gencecik ruhun, bambaşka bir güzellikte duru bir nehir gibi varolmaya devam ettiğini gösteriyor. sonbaharın yaklaştığını gösteren bu haşin rüzgar, kuruyan yaprakları yere savurduğu gibi, tatlı, sarhoş edici bir serinlik de veriyor. bu dünyada varolurken her an farketmeyi istediğim detaylar var, rüzgarın savurduğu çimler kadar esnek olmayı, tarih öncesi çağlardan kalma erozyona uğramış taşların ağırlığında bir tarihselliği hissedebilmeyi, yeni patlayan tomurcuklar misali narin ve mütevazi, dimdik bir çınar gibi mağrur, açık denizde avlanan bir martı kadar özgür, dökülen kuru yapraklarca varoluşu kabullenebilen, suya susamış toprakların enginliğinde kucak açan, her sene meyve vereceği umuduyla sulanan üzüm bağlarınca cömert olabilmeyi isterim, umut ederim. hayatı olduğu gibi kabullenebilmek insanın içine kor bir acı düştüğünde çok zor olsa gerek. sabır ve yaşam sevgisi o acının dayanılmaz sızısını ne kadar alır, tahayyül etmek zor. paylaştıkça azalır mı, hafifler, yoksa katran karası yakar mı derinden? bilmeden paylaşabilir miyim bu ailenin acısını? sahip olduğumu düşündüğüm herşeyin hiç de öyle kalıcı olmayabileceğini düşünmek anın mutluluğunu bozan bir delilik tavrı mıdır? yoksa şükran ve teşekkür mü bunlar evrene? zamansız diye addettiğimiz her gelişme parçaların bütününde nasıl yer bulur? bunu görebilecek algılayış aslında yine dönüyor dolaşıyor bizi yaşamın akışında varolmaya getiriyor. bunu derken bile saçma buluyorum, rasyonalitenin alamayacağı hangi kaybı ben nasıl kabulleneyim? bir aile fotoğrafı içini yakarken insanın aynı anda gülümsetiyor da, delicesine, bir ailenin cesaret ve umut dolu mücadelesi, aile olmanın evrensel dokunulmazlığını elimize koyuveriyor. sözler ve ifadeler yarım, bu yazı da yarım, kırık ve dökük, bir o kadar da güçlü, varoluşun sınır tanımazlığı kalbimi ısıtıyor, ben bu pembe ruhun aktığı o başka evreni düşünmeye çalışıyorum, ama rüzgarın sesi beni bu dünyaya çekiyor. ağaçların rüzgara teslim oluşu ve batıya dönen güneş... oğlum halen uyuyor, bense burada zihnimin kıyısından yazıyorum, yazamıyorum...